.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

7 Oca 2024

Düşünceler

 


Nihilist Değilim...

Bu dünyada hiçbir şey kendi yerini bulmuş değildir, başta bizzat dünya olmak üzere..Öyleyse, insan adaletsizliğini seyrederken hiç şaşırmamak gerekir. Toplumun düzenini reddetmek de kabul etmek de aynı şekilde abestir...

Bunlar beni hiç ilgilendirmiyor… Nihilist değilim… Öyle olduğum söylenebilir, ama bunun bir anlamı yok… Benim için boş bir formül bu… Basitleştirirsek, hiçlik ya da daha ziyade boşluk saplantım olduğu söylenebilir… Buna evet… Ama nihilist olduğum söylenemez… Çünkü alışılmış anlamıyla nihilist, az ya da çok siyasi art düşüncelerle ya da kim bilir hangi nedenlerle, her şeyi yere deviren bir tiptir… Ama ben hiç de öyle değilim… Öyleyse benim metafizik anlamda nihilist olduğum söylenebilirdi… Ama bu bile hiçbir şeyi içermiyor… Kuşkucu terimini daha kolay kabulleniyorum her ne kadar sahte bir kuşkucu olsamda… Şöyle diyeyim : 

Hiçbir şeye inanmıyorum…Bir adım geri durduğumuzda, ormanı seyretmek için ağaçları bir kenara ittiğimizde, ağaçların değersizliğiyle karşı karşıya kalırız… Daha fazla geri geldiğimizde, ormanı tamamen önemsiz buluveririz… Aynısı bu ülke, yeryüzü, güneş sistemi ve galaksi içinde geçerlidir… Bu evren o denli geniştir ki, biz bir kum taneciğinden daha ufak kalırız… En büyük problemlerimiz bizle birlikte hiçliğe karışır… Biz basitçe, Tanrıların oyuncaklarıyız, yine de Tanrılar oyunlarına bizi layık görmüyorlar bile… 

“İnsan asla bir cevap bulamadı ve bulamayacaktır da…” “Yaşam sahip olduklarımızın tümüdür ama yine de o hiçtir…”Gereksiz yere acı çekmeyelim… Kesin başarısızlıklar bazen yararlıdır… Onu karşılayın, sonra, hatta onu kutlayın… Yalnızlığımız güçlenecek ve pekişecektir…

 Kaçış tünellerimizden birkaçını kapatın sonunda kendi başınıza kalırsınız, şu an bir yaşama sahip olma beyhudeliği olan sınırlarımızı ve görevlerimizi sorgulamak için daha iyi bir yerdeyiz…Tanrı’nın ölümü, hepimizi kandıran bir parıltıdır… Bizi terkedilmişlik içinde yüzdürür, Thales kadar eskiye ait sorular sormaya zorlar ve anlaşılamayan bir cehennem çukuru önünde başı dönen biri haline getirir… Bu sürgünlük teolojisine duyarsız kalırsak, hemen günlük rutinlerin sıkıntılarıyla yüz yüze geliriz…

Kimim ben?... Gerçekten ben’im hangisi?... 

Uzun zamandır oldum olası bu dünyanın bana lazım olmadığının bilincindeyim, ne yapacağımı bilemiyorum… Boş bir manevi gurura kapılmanın ve artık varoluşumun bana bozulmuş ve çürümüş bir ilahi gibi görünmesinin nedeni sadece ve sadece budur!...

Her birimiz, yalnızlığa karşı işlenen günah, yani insanlarla alışveriş tarafından yozlaştırılmaya yazgılı bir saflık dozuyla doğarız… Zira her birimiz, kendimize hasredilmiş olmamak için elimizden geleni yaparız… Bu durum mukadderatı değil düşmüşlük eğilimini andırır… Ellerimizi temiz ve kalplerimizi bozulmamış bir halde muhafaza etmekten acizdir; yabancıların terleriyle temas ederek kendimizi kirletiriz; tiksintiye aç ve baya hayran bir halde, toplu çirkefin içine gırtlağımıza kadar gömülürüz… Kutsal suyla dolu Ummanları düşlediğimizde, artık oraya dalmak için çok geç kalmışızdır… İliğimize, kemiğimize kadar kokuşmuş olmamız, o ummana dalıp boğulmamızı engeller… Dünya yalnızlığımızı bozmuştur… Ötekilerin üzerimizde bıraktığı izler silinmez bir hale gelir…Bu dünyada hiçbir şey kendi yerini bulmuş değildir, başta bizzat dünya olmak üzere… Öyleyse insan adaletsizliğini seyrederken hiç şaşırmamak gerekir… Toplumun düzenini reddetmek de kabul etmek de aynı şekilde abestir… Onun iyi ve kötü yönde değişimlerine, ümitsiz bir tutuculukla maruz kalmaya mecburuz; tıpkı doğuma, aşka, iklime ve ölüme maruz kaldığımız gibi… Hayat yasalarının başında çürüme gelir : Kendi kalıntılarımıza, cansız nesnelerin kendi kalıntılarına olduklarından daha yakınızdır… Onlardan önce pes ederiz ve yok edilmez gibi görünen yıldızların bakışları altında kaderimize doğru koşarız… Ama bizzat yıldızlar da, sadece yüreğimizin ciddiye aldığı, sonra da istihza noksanlığının kefaretini büyük acılarla ödediği bir evrenin içinde ufalanırlar…Her şey mümkündür yine de hiçbir şey mümkün değildir… Her şey mubahtır ama aynı zaman da hiçbir şey mubah değildir… Hangi taraftan gidersek gidelim o yol diğerlerinden daha iyi değildir… Bir şeyi başarsan da, başarmasan da, inancın olsa da, olmasa da, ağlasan da, sessiz kalsan da hepsi aynı kapıya çıkar… Her şey için bir açıklama var, yine de hiçbir şeyin bir açıklaması yok… Her şey hem gerçek, hem gerçek dışı, hem normal, hem de saçma, hem görkemli, hem sönük… Herhangi bir şeyden daha değerli başka bir şey yok, herhangi bir fikirden daha iyi başka bir fikir yok… Birinin üzüntüsüyle üzülmek, neşesiyle sevinmekte ne?... Mutsuzluğunu sev ve mutluluğundan iğren… Her şeyi birbirine karıştır… Tüm kazanımlar birer kayıp, tüm kayıplar birer kazanımdır… Neden sürekli kararlı bir tutum, anlaşılır fikirler ve anlamlı sözcükler beklenir ki?...Ben yerin yerin yüzeyinde sürünen milyonlarca insandan biriyim… Biri, başkası yok… Bu sıradanlık herhangi bir sonucu, herhangi bir davranışı ya da hareketi haklı çıkarır… Sefahat, iffet, intihar, iş, suç, tembellik ya da isyan… Bu yüzden her insan yaptığında haklı demektir… Arzu ettiğim her şeyi yapabilirim ve bu bir fark yaratmaz… Herhangi bir düşünce, akla esen herhangi bir heves uygulanabilir ya da uygulanamaz… Düşüncenin gerçekleşip, gerçekleşmemesi bile önemli değildir… Günün sonunda hiçbir şey olmamış gibi olacak… Cinayet işlesem de, hayatlar kurtarsam da hiç önemli değil, çünkü bütün hayatlar benim ki kadar önemsiz… Bu sayfada ki düşüncelerim sadece çiziktirmeler ve onların arkasında ki düşünceler, bomboş… Benim kadar önemsiz olan bir şeye nasıl anlam yükleyebilirim ki?...Kendime sayısız ilah uydurdum, her tarafta bir sürü sunak diktim ve bir Tanrı kalabalığı önünde diz çöktüm… Şimdi tapmaktan bezdim, payıma düşen sayıklama dozunu har vurup, harman savurdum… Nereden geldiğimi artık söyleyemem… Tapınaklarda inançsızım, sitelerde coşkusuzum, hem cinslerimin yanında meraksızım, yeryüzünde kesinliğim yok… Bana belirgin bir arzu verin ve dünyayı alt üst edeyim… Her sabah bana bir diriliş komedisini ve her akşam mezara giriş komedisini oynatan, ikisi arasında da can sıkıntısı kefeninin azabından başka hiçbir şey yaratmayan o fiiliyat utancından kurtarın beni… İstemeyi düşlüyorum ve her istediğim bana paha biçilmez geliyor… Melankoli tarafından kemirilen bir Vandal gibi, bensiz ben, hedefsiz yol alıyorum bilmem hangi köşeye doğru… Terk edilmiş bir Tanrı, kendisi de tanrıtanımaz olan bir tanrı keşfetmek ve onun son şüphelerinin ve son mucizelerinin gölgesinde uykuya dalmak için…Hiçbir aklın hiçbir eleştirisi insanı dogmatik uykusundan uyandırmayacaktır…Hiçbir şey değilim, bu açık ama yıllarca bir şey olmak istedim… Bu arzuyu bastıramadım… Bu arzu var olduğu için var… O bunaltıyor beni ve egemenliği altına alıyor… Onu reddetmeme karşın onu geçmişe havale etmekte boşuna… O direniyor ve hırpalıyor… O hiçbir zaman doyurulmadan öylece dokunulmamış kaldı, buyruklarıma uymak istemiyor… Arzum ile ben arasında donup kalmış bir durumda, ne yapabilirim?...Şüpheyi yerkürenin derinliklerine kadar ekmek isterdim; onun maddeye nüfuz etmesini sağlamak, zihnin hiç girmediği yerde onun hükümranlığını kurmak ve varlıkların iliğine ulaşmadan önce de taşların huzurunu sarsmak, oraya güvensizliği ve yürek kusurlarını sokmak… 

Mimar olsam, Yıkım’a bir tapınak inşa ederdim… 

Vaiz olsam, duanın gülünçlüğünü açığa vururdum…

 Kral olsam, başkaldırının amblemini dikerdim… 

İnsanlar gizliden gizliye birbirlerinden tiksinmeye heves ettiklerine göre, her tarafta kendine sadakatsizliği tahrik ederdim, masumiyeti hayrete düşürürdüm, kendine ihanet edenleri çoğaltırdım, kesinliklerin çürüme yerinde çoğunluğun kokuşup gitmesine engel olurdum…

1 Oca 2024

"Bu benim hayatım, peri masalı değil, sizi gidi ahmaklar..."


 Vahşi kadın bütün kadınların sağlığıdır. Onsuz, kadınların psıkolojisi anlamsızlaşır. Bu yabanıl kadın, prototip kadındır...hangi kültür, hangi çağ, hangi politika olursa olsun, o değişmez. Döngüleri değişir, simgesel temsilcileri değişir, ama özünde o hiç değişmez. Neyse odur ve bir bütündür.

O , kadınlar aracılığıyla kendine bir çıkış yolu bulur. Baskı altına alınıp ezilirse, yukarıya doğru çıkmak için didinir. Kadınlar özgürse, o da özgürdür. Ne mutlu ki, kaç kere bastırılırsa bastırılsın, tekrar yukarı fırlar. Kaç kere yasaklanmış, ezilmiş, önü kesilmiş ,sulandırılmış, eziyete uğramış; güvenilmez, tehlikeli, çılgın gibi sayısız aşağılamalarla yaftalanmış olursa olsun, kadınların içinde yukarıya doğru öyle bir çıkar ki, en sakin, en çekingen kadın bile ona gizli bir yer ayırır. En bastırılmış kadın bile ona yüreğinde gizli bir yer ayırır; gür ve vahşi gizli düşünceleri ve gizli duyguları vardır ki, doğal olan da budur. En tutsak kadın bile vahşi benliğinin yerini savunur, çünkü sezgisel olarak bilir ki, bir gün bir mazgal deliği ,bir çıkış, bir fırsat bulduğunda tabana kuvvet kacmak için ondan kuvvet alacaktır.

....

Durmaktan korkmak;harekete geçmekten korkmak;durmadan üçe kadar sayıp başlayamamak,üstünlük kompleksi,müphemlik hissetmek,ama yine de başka açılardan tamamen yetenekli,tamamen işlevsel olmak.Bu saydıklarımız bir çağın ya da yüzyılın hastalığı değildir ve kadınların her tutsak alınışında,vahşi doğanın her tuzağa düşürülüşünde,her zaman ve her yerde bir salgın şeklinde kendini gösterir.

Güçlü olmak,kas geliştirip şişirmek anlamına gelmez.İnsanın kaçmadan kendi tanrısallığıyla buluşması,kendi kafasına göre vahşi doğayla iç içe bir hayat yaşaması anlamına gelir.Dayanmak ve yaşamak anlamına gelir.

Kurtların içgüdüsel hayatları sadakati,ömür boyu süren güven ve adanma bağlarını içerirken, insanlar kimi zaman ilişkinin bu boyutlarında sorunlar yaşar.Kurtlar arasındaki güçlü bağları belirleyen şeyin ne olduğunu tarif etmek için arketipsel terimler kullanacak olsaydık,ilikilerindeki bütünselliğin,tüm doğanın kadim örüntüleriyle uyum içinde olmalarından kaynaklandığını söyleyebilirdik;Ben buna Hayat/ Ölüm / Hayat döngüsü diyorum.

Hayat / Ölüm / Hayat doğası bir canlanma, gelişim,çöküş ve ölüm döngüsüdür,bunu da her zaman yeniden canlanış izler.Bu döngü, bütün fiziksel hayatı ve psikolojik hayatın bütün yönlerini etkiler.

En katılaşmış, yaşayan en zalim ve acımasız kişilere bile uyurken ve kalktığı sırada bakışlarınızı yöneltirseniz , onlarda bir an için bozulmamış çocuk tinini, saf masumiyeti görürsünüz. Uykuda yeniden bir şirinlik haline gireriz. Uykuda yeniden yaratılırız. İçerden dışarıya doğru, masumlar kadar taze ve yeni olarak yeniden bütünleniriz.

Hepimiz başka birinin bizim şifacımız, gerilim kaynağımız,dolgu maddemiz olabileceğini  düşünme yanılgısına düşeriz.Bunun böyle olmadığını görmek epey zaman alır; bunun nedeni ise,çoğunlukla yaraya içerden bakmak yerine onu kendi dışımıza yansıtmaktır.

Pis kokan yaranın farkına varılmasına yanıt olarak merhametin gözyaşı dökülür. Pis kokan yaranın her kişi için farklı şekil ve kaynakları vardır.Kimileri için bu dağın zirvesine doğru tırmanarak bir ömür geçirmek demektir; sonunda gecte olsa yanlış dağa çıkmak için çabaladığımızı anlarız. Kimileri için de çocuklukta yaşanan çözülmemiş ve derman bulmamış istismarları ifade eder.

Çoğu erişkin için, eğer bir zamanlar anneyle sorunlar yaşanmışsa, bugün bu sorunlar yoksa bile, psişede, erken çocukluktaki anneyle yaşananlarla aynı görünen, aynı onun gibi davranan ve aynı tepkiler veren bir anne kopyası vardır. Bir kadının içinde yetiştiği kültür, annelerin rolleri konusunda daha bilinçli düşünce biçimlerine doğru bir evrim geçirmiş olabilir, ama içsel anne, bir annenin neye benzemesi ve nasıl davranması gerektiği konusunda o kişinin çocukken yaşadığı kültürle aynı değer ve fikirlere sahip olacaktır.

Derinlik psikolojisinde bütün bu labirente anne karmaşası denir. Bir kadının psişesinin temel boyutlarından biri olan anne karmaşasını tanımak, bazı yönlerini güçlendirmek, bazılarını düzeltirken bazılarını da sökmek ve gerektiğinde bir kez daha baştan başlamak gerekir.

Bir kadının psişesinde ve/veya kültürünün içinde çökmekte-olan anne yapısı bulunduğunda, o kadın kendi değeri konusunda sallantıdadır. Dışarının talepleri ile ruhun taleplerini yerine getirme arasında yapacağı seçimlerin, bir ölüm kalım meselesi olduğunu hissedebilir. Kendisini, hiçbir yere ait olmayan eziyet çekmiş bir yabancı gibi hissedebilir -dışlananlar için bu normaldir, ama normal olmayan şey oturup buna ağlamak ve hiçbir şey yapmamaktır. İnsanın ayağa kalkıp nereye ait olduğunu aramaya çıkması gerekir. Dışlananlar için bir sonraki adım her zaman budur; içselleştirilmiş, çöken bir anneye sahip olan bir kadın içinse atılacak en esaslı adımdır. Bir kadının çöken bir annesi varsa, aynı duruma düşmemek için direnmelidir.

 Bazıları ruhun bedeni bilgilendirdiğini söyler. Peki ya bir an için bedenin ruhu bilgilendirdiğini, ruhun dünyevi hayata uyum sağlamasına yardım ettiğini, cümleleri çözümlediğini, tercüme ettiğini, boş bir sayfa, mürekkep ve kalem verdiğini, onlarla ruhun hayatlarımızın üstüne yazılar yazdığını hayal etseydik? Sözgelimi, kılık değiştirenlerle ilgili masallarda olduğu gibi, beden ya kendi başına bir Tanrı, bir öğretmen, bir usta, ehliyetli bir rehberse? Peki o zaman ne olacak? Verecek ve öğretecek çok şeyi olan bu öğretmeni cezalandırarak bir ömür geçirmek akıllıca mıdır? Başkalarının bedenlerimizi çekiştirmesine, yargılamasına, eksikler bulmasına izin vererek bir ömür geçirmek ister miyiz? Doğru diye dayatılanları reddedip derinleri dinleyecek, güçlü ve kutsal bir varlık olarak göreceğimiz bedene gerçekten kulak verecek kadar güçlü müyüz?

Kültürümüzün, bedeni sadece heykel gibi gören anlayışı yanlıştır. Beden, mermer değildir. Onun yapılma amacı bu değildir. Onun amacı, içindeki tini ve ruhu korumak, taşımak, desteklemek ve ateşlemektir, bellek için bir depo olmaktır, bizi -en üstün psişik besin olan- duygularla doldurmaktır. Bizi kaldırıp yükseltmektir; bizi var olduğumuzu, burada olduğumuzu kanıtlayacak duygularla doldurmaktır; bize zemin, ağırlık vermektir. Onu, tine yükselmek amacıyla süzülerek terk ettiğimiz bir yer olarak düşünmek yanlıştır. Beden, bu deneyimlerin fırlatıcısıdır. Beden olmazsa eşikleri geçme duygusu olmazdı, yükselme duygusu olmazdı, yükseklik, ağırlık duygusu olmazdı. Bunların tümü bedenden kaynaklanan duygulardır. Beden, bir roket fırlatıcısıdır. Onun ön kapsülünde ruh pencereden dışarıya, gizemli ve yıldızlı geceye bakar ve gözleri kamaşır.

Vahşi Kadın kendi bedeninin tanrısallığını bu ışık altında soruşturabilir ve onu hayat boyu taşımaya mahkum edildiğimiz bir halter olarak, şımartılmış olsun ya da olmasın, hayat boyu bizi taşıyan bir yük hayvanı olarak değil, sayesinde her türlü şeyi öğrenip bilebileceğimiz bir dizi kapı, bir dizi düş ve şiir olarak anlayabilir. Vahşi psişede beden, kendi başına bir varlık olarak anlaşılır, bizi seven, bize bağımlı olan bir varlık; kimi zaman bizim anne olduğumuz, kimi zaman da onun bize anne olduğu bir varlık.

Bazı kadınlar, çevrelerindekilerin geriye dönme ihtiyaçlarını anlamayacaklarından korkarlar. Hepsi anlamayabilir de. Ama kadın bunu önce kendisi anlamalıdır: Bir kadın, kendi döngülerine uygun olarak eve gittiğinde, çevresindekilere de kendi bireyleşme çalışmaları, baş etmeleri gereken kendi hayati sorunları kalır. Onun eve geri dönüşü, diğerlerinin de büyüyüp gelişmesine izin verir. 

Kurtlar arasında gitmek ve kalmak ile ilgili böyle bölünmüş duygular yoktur, çünkü onlar döngüsel bir şekilde çalışır,yavrular ve avare avare gezerler. Bir kısmı mola verirken, bir kısmı da çalışmayı ve bakımı paylaşan bir grubun parçasıdırlar. Bu, yaşamanın güzel bir yoludur. Bu, vahşi dişinin eksiksiz bütünselliğine sahip olan bir yaşama yoludur.

Eve gitmenin farklı kadınlar için farklı anlamları olduğunu açıklığa kavuşturalım. Rumen ressam arkadaşım arka bahçeye tahta bir sandalye atıp oturan büyükannesinin gözleri fal taşı gibi açılmış bir halde güneşe doğru baktığında eve gidiş halinde olduğunu biliyordu. "Gözlerime ilaç bu, aşk olsun!" derdi. İnsanlar onu rahatsız etmemeleri gerektiğini biliyordu, bilmiyorlarsa da hemen öğrenirlerdi. Önemli olan, eve gitmenin ille de paraya mal olmadığını anlamaktır. Zamana mal olur. 

"Ben gidiyorum," demek için güçlü bir iradeye ve kararlılığa sahip ol­mak gerekir. Geri dönüp, sevgili arkadaşım Jean'm önerdiği gibi, "Şu anda yokum, ama geri geleceğim," der, ama eve doğru yürüyüşünüzü de devam ettirebilirsiniz.

Eve gitmenin birçok yolu vardır: Birçoğu dünyevidir, bazıları ise kutsal. Hastalanın bana, bu dünyevi çabaların onlar için bir eve dönüş olduğunu söylerler ... yine de sizi uyarırım, eve giden çıkışın tam yeri zamandan zamana değişir, bu nedenle konumu bu ay, bir önceki aydakinden farklı olabilir: Bunlara değinen şiirleri ve kitap pasajlarını yeniden okumak. Bir nehrin, bir derenin, bir koyun yanında birkaç dakika olsun zaman geçirmek. Yıldızlı bir gecede yere uzanmak. Etrafta çocuklar olmadan sevdiğinle birlikte olmak. Bir şey soyarak, örerek, kazıyarak revakta oturmak. Bir saat süreyle herhangi bir yöne doğru yürümek ya da araba sürmek, sonra geri dönmek. Gidilen yeri bilmeden herhangi bir otobüse binmek. Müzik dinlerken tempo tutmak. Gün doğumunu selamlamak. Şehir ışıklarının geceleyin gökyüzünü perdelemediği bir yere gitmek. İbadet etmek. Özel bir arkadaş. Ayaklarını sarkıtarak bir köprünün üstünde oturmak. Bir bebeği kucaklamak. Bir kafede pencere kenarına oturup yazı yazmak. Ağaçlardan oluşma bir halkanın ortasında oturmak. Güneşte saçları kurutmak. Yağmur suyu dolu bir fıçıya ellerini sokmak. Saksılara bitkiler dikmek ve bu arada ellerin çok kirlendiğine emin olmak. Güzelliği, letafeti, insanların dokunaklı zayıflıklarını gözlemek. 

Öyleyse, eve gitmek için karadan çetin bir yolculuk şart değildir; yine de bunu basitmiş gibi göstermek istemem, çünkü ister kolay, isterse zor olsun, eve geri dönmenin karşısına dikilen çok sayıda direnç vardır. Kadınların geri dönüşü geciktirmelerini anlamanın bir yolu daha vardır. Çok daha gizemli olan bu yol, bir kadının şifacı arketipiyle aşırı özdeşleşmesidir. Evet, bir arketip bizim için hem gizemli, hem de öğretici olan muazzam bir güçtür. Ona yakın olmakla, onu bir ölçüde taklit etmekle, onunla dengeli bir ilişkiye girmekle büyük güç kazanırız. 

Her arketip, ona verdiğimiz adı destekleyen kendi karakteristiklerini taşır: Büyükanne, kutsal çocuk, güneş kahraman vb. 

Büyük şifacı arketipi, bilgelik, iyilik, bakıcılık ve bir şifacının sahip olduğu diğer bütün özellikleri taşır. Bu yüzden, büyük şifacı arketipi gibi cömert, nazile ve yardımsever olmak iyidir. Ama yalnız belli bir yere kadar ... Bunun ötesinde, hayatımız üzerinde engelleyici bir etkisi görülür. Kadınların "her şeyi iyileştir, her şeyi tamir et" baskısı, bize 

kültürlerimizin yüklediği gerekliliklerden oluşan büyük bir tuzaktır. Esas olarak bu gereklilikler yalnızca orada öylece durarak eğlenmediğimizi, ama ödenebilir bir bedelimiz olduğunu -ve söylemek doğru olur, dünyanın kimi bölgelerinde de bir değerimiz olduğunu ve bu nedenle yaşamamıza izin verilmesi gerektiğini- kanıtlamaya dönük baskılardır. Bu baskılar psişeleriınize biz henüz çok küçükken, onları yargılayabilir veya karşı çıkabilir durumda değilken sokulur. Bizim için yasa haline gelir ... ta ki biz onlara meydan okuyana kadar ya da meydan okumadıkça .. . 

Ama acı çeken dünyanın çığlıklarına mütemadiyen tek bir kişi yanıt veremez. Aslında sadece düzenli olarak eve gitmemize izin verenlere yanıt vermemeyi seçebiliriz, aksi halde yürek ışıklarımız donuklaşarak neredeyse söner. Yüreğin yardımcı olmak istediği şey, kimi zaman ruhun kaynaklarından farklıdır. Eğer bir kadın ruh derisine değer veriyorsa, "ev"e ne kadar yakın olduğuna ve ne kadar sık evde bulunduğuna göre bu konularda karar verecektir. 

Arketipler kısa dönemler için içimizden yayılabilir (buna tanrısal deneyim diyoruz), ama hiçbir kadın bir arketipi sürekli olarak yayamaz. Sadece arketipin kendisinin her şeye gücü yeter, sadece o hep verir, sadece o sonsuza kadar enerjisini yitirmez. Bunları yaymaya çalışabiliriz, ama bunlar insanlar tarafından ulaşılamaz olan ve zaten ulaşılmak amacı taşımayan ideallerdir. Tuzak da zaten kadınların bu gerçekdışı düzeylere ulaşmaya çalışarak: kendilerini tüketmeye zorlamaktır. 

Tuzaktan kaçınmak için "Dur" ve "Müziği kes" demeyi öğrenmek ve elbette bunu gönülden istemek gereklidir. 

Bir kadın uzaklara gidip kendisiyle baş başa kalmalı ve işin başında nasıl olup da bir arketipin tuzağına düştüğüne bakmalıdır. "Sadece bu uzaklığa kadar, ötesi yok, sadece bu ölçüde, fazlası yok"u belirleyen temel vahşi içgüdü geri alınmalı ve geliştirilmelidir. Bir kadın, konumunu ancak böyle korur. Diğerlerinin tedirgin olmasına neden olsa bile,orada kalıp daha da kötüye gitmek ve sonunda da yırtık pırtıklar içinde emeklemektense, bir süreliğine eve dönmek evladır.

Öyleyse, yorgun düşen, geçici olarak dünyadan usanan, mola vermekten korkan, durmaktan korkan kadınlar, yol yakınken uyanın! Sonsuza kadar önünüze gelen herkese yardımcı olmanız için size bağırıp duran şu gürültülü gongu battaniyeyle örtün. Geri geldiğinizde eğer isterseniz, üstünü tekrar açmanız için orada olacaktır. Zamanı geldiğinde eve gitmezsek, odağımızı yitiririz. Deriyi tekrar bulmak, giymek, sıkıca düğmelemek, tekrar eve geri dönmek, geri döndüğümüzde daha etkili olmamıza yardım eder. Bir söz vardır: "Eve geri dönemezsin." Doğru değildir bu. Rahme emekleyerek tekrar giremeseniz de, ruh evine geri dönebilirsiniz. Bu sadece mümkün değil, gereklidir de..

Yalnızlık, bazılarının inandığı gibi bir enerjisizlik ya da eylemsizlik hali değildir, tersine, ruhun vahşi erzaklardan alarak bize ilettiği bir nimettir.

            

Öğrenmekten zevk almayanlar, yeni fikirlere ya da deneyimlerin çekimine kapılmayanlar şu an bulundukları konumu aşıp gelişemezler. Acının köklerini besleyen tek bir güç varsa, o da bu ânın ötesinde öğrenmeyi reddetmektir.

Derin bir yara iziniz varsa, o bir kapıdır; eski, çok eski bir öykünüz varsa, o da bir kapıdır. Gökyüzünü ve suyu tahammül edemeyecek kadar çok seviyorsanız, o bir kapıdır. Daha derin bir hayatı, makul bir hayatı özlüyorsanız, o da bir kapıdır..

"Unutmayın, mantık gerçekten dünya için makul bir şey olsaydı, bütün erkekler eyerde yan otururdu."

yalnızlığın tedavisi yakınlıktır, kendini cenderede hissetmenin tedavisi münzeviliktir.

Geldiğim Issız yerlerde eski bir söz vardır: "Cehalet hiçbir şey bilmemek ve iyinin cazibesine kapılmaktır. Masumiyetse her şeyi bilmek ve yine de iyinin cazibesine kapılmaktır."

Vahşi Kadın'ı yeniden çağırmak istiyorsanız, tutsak olmayı reddedin." İçgüdüleriniz dengeye ayarlanmış olsun beğendiğiniz yere atlayın, dilediğinizce havlayın, var olanı alın, etrafınızdaki her şeyi keşfedin, bırakın gözleriniz duygularınızı göstersin, her şeye bakan, görebileceklerinizi görsün. Kırmızı ayakkabılarla dans edin, fakat bunların, ellerinizle yaptığınız ayakkabılar olduğundan emin olun. Yaşam dolu bir kadın olacağınıza söz verebilirim.

                                                                                Kurtlarla koşan kadınlar /  Clarissa P. Estes


Kırmızı Ruh öpüyorum seni ;)

13 Nis 2023

Hayat denilen





 “Anlatmak istiyorum seni, kırmızı toprakla ya da altınla değil, mürekkeple elma ağacı kabuğundan.” (Rilke)


Bembeyaz suskuyla çerçevelenmiş matem yazıları. Gri—kara mürekkep, yeniyetme yapraklarıyla yanan elma ağacının kabuğu. Kırmızıya boyanan toprak.

Yürüyorum, sokaklar, çamurlu kaldırımlar, çıkmazlar boyunca, dolambaçlarından, yol ayrımlarından geçip gidiyorum gecenin, yakında diyor Rilke, yakında o ülke… Adımlar, yollar, mesafeler… Bir koridor uzanıyor kuşatılmış kente doğru, genç bir kadın dikenli teller boyunca yürüyor, yakında diyor Rilke, hayat denilen o ülke…


Bombalar yağıyor dört yandan, alevler yutuyor koca koca mahalleleri, toprak sarsılıyor. Bir adım, bir adım daha, çemberlerinden, dehlizlerinden yürüyüp gidiyorum gecenin, korkunç bir ağırlığı sürüklüyorum sanki peşimsıra, bir tabut gibi, sonsuza dek kaybedilmiş, benden ve dünyadan koparılmış bir şeyin ağırlığı büyüdükçe büyüyor, mesafeler açılıyor, karanlık geçit vermiyor, yürümelisin sadece, diyor Rilke… Bir başına yürüyüp durdu­ğun yılankavi bir yol, kader… Yirmi sekiz yaşında bir kadın yürüyor alevlerin ortasında, bombalanan kente doğru, paketler taşıyor, akşam kızıllığı vuruyor yanaklarına, bir namlu dikkatle ufku tarıyor, saçları rüzgârda uçuşuyor.

Adımlar, yollar, adımlar ve ötesi, çıplak, çorak bir ülke. İşte burası sınır, kilometrelerce dikenli tel, genç bir kadın geçip gidiyor günbatımından, küçük bir tepede nöbet tutan tüfekli askerler, mayınlı arazilerin ötesi, kimseye ait olmayan topraklar… Bomboş beyaz kâğıtlar, bir ölüm, bunca ölüm terk edilmişliğinde, bir adım, bunca adım, hayat… Yakında, diyor Rilke, yakında, belki bir sözcük dalga gibi kabarır da, ya da taze yapraklarını uzatır bir dal, taşıyıp bırakırlar seni, hayat denilen o ülkeye… Kim yaşıyor, diye soruyor şair, yürüyoruz sadece büyük, bitimsiz yollarında dünyanın, rüzgârlı üç yol ağızlarında, kıyılarında, gri—kara dikenli teller gibi bir­birine dolanmış yollarında yürüyüp duruyoruz yüreğin…


Yirmi sekizinde bir kadın kararlı adımlarla yürüyor yanan kente doğru, bombalar, kurşunlar yağıyor çepeçevre, toprak titriyor, yanaklarında bir akşam kızıllığı, saçlarında saydam yapraklar… Gün batıyor, uzaktan, çok uzaktan sesleniyor, çağırıyor, alevden bir çember şimdi ufuk, dumanlar sarıp sarmalıyor vurulan kenti, sargı bezlerinin arasından sanki kan sızıyor. Yakındaydı, diyor Rilke, sahi kimin bu hayat denilen ülke, belki bulurdun bir kereliğine… Kimin değil ki? Bir sözcük, bunca sözcük ve ötesi, o muhteşem, bilinmez ülke… Uzaklar sesleniyor, çağırıyor, som altın rengine, batan güneşin rengine bürünüyor ufuk, bir namlu dikkatle tarıyor uzakları, uzaklara açılan yolları, sanki unuttuğu bir sözcüğü arıyor, gez, göz, arpacık, buluyor orada, sonsuzda, çıplak, çorak toprakta, gün bitiyor, tam alnında, karanlık çöküyor bütün sahiciliğiyle, çepeçevre karanlık… Bir sözcük, bir adım, kader. Alın yazısı, dumandan bir yazı. Bir kadın yürüyor gecede, bir kadın, bir kadın daha gidiyor onun peşisıra ayak izlerinden, aynı gecede yürüyor, taşların arasında, kanın yalnızlığında, dikenli teller gibi birbirine dolanan görünmez yollarında yüreğin, tam oradan, yürekten sökülüp koparılmış bir sözcük adımlarıyla birleşiyor, bir kadın, bir kadın daha geçip gidiyor, acıların ve sonların ötesine, batmış bütün güneşlerin izinden, o bittiği yere özlemlerin… Adımlar, yollar, sözcükler ve ötesi, son, boş bir ülke.


Hayat denilen o ülkede, ölmüşler tomurcuklanıyor, taşlar çiçek açıyor.


Dipnot: Yürüyen bütün kadınlara… By Özgür Gündem

1 Nis 2022

In the End

 Benim için anlamı herneydiyse / eninde sonunda / bir hatıra olacak / çokça çabaladığım..

ta eis heauton

 


“insanlar kır evlerinde, deniz kenarlarında ve dağlarda inzivaya çekilecek yer arar; sen de buna şiddetli bir özlem duyuyorsun. fakat bu özlem çok cahilcedir. eğer inzivaya çekilme isteği duyuyorsan, gayet mümkün ve basittir bu: insan dilediği zaman kendi içinde inzivaya çekilebilir. üstelik insan inzivaya çekilmek için kendi içinden, kendi ruhundan daha huzurlu, daha sakin hiçbir yer bulamaz, özellikle de kendinde inzivaya çekildiğinde ona huzur verecek şeylere sahipse. huzur dediğim zarif bir düzendir aslında. kendini sürekli böyle bir inzivaya çekilmeye ver ve kendini yenile: ancak önermelerin çok kısa ve özlü olsun ki tüm acılar bir anda silinsin ve oradan hiç yıpranmadan dönebilesin.

seni rahatsız eden ne? insanların kötülükleri mi? öyleyse, şunları hiç aklından çıkarma: rasyonel canlılar bibirleri için yaratılmıştır, birbirlerini hoş görmek adaletin bir parçasıdır, kötülükler istemeden yapılır; birbirine düşman olan, birbirinden nefret eden, şüphelenen, savaşta birbirlerini öldüren onca insan sonunda ölüp küle dönüşmedi mi? öyleyse sen de buna bir son ver. bütünden yazgına düşenlerden mi rahatsızlık duyuyorsun? o zaman zihnini tazele: ya ilahi öngörü ya atomlar; ya da her şeyin evrenin bir şehre benzediğini kaç kez kanıtladığını hatırla. yoksa bedeninle ilgili kaygıların mı var hâlâ? öyleyse fikrin kendisini tanıyıp özündeki gücü kavradığında, nefesin kaba ve sıradan hareketleriyle alakası kalmadığını, acı ve zevke dair duyduğun benimsediğin şeyleri düşün.

belki de ün düşkünlüğüdür seni yıpratan. fakat her şeyin ne kadar çabuk unutulduğunu, her yanını saran sonsuz zaman uçurumunda yok olup gittiğini görüyorsun işte; alkışların boşluğunu, sana ün bahşedenlerin öngörülemez kaypaklığını ve tüm bunların sınırlandığı daracık alanı. bütün yeryüzü küçücük bir nokta değil midir ve burada kaç tane, hangi türden insan seni över ki?

bu yüzden şimdiden kendinin içindeki bu ufacık yerde inzivaya çekilmeyi unutma, hiçbir şey dikkatini dağıtmasın, sabırsızlanma, işlerini özgürce yürüt ve her şeyi bir adam, bir insan, bir yurttaş, ölümlü bir canlı olarak gör. fakat elinin altındaki ilkelere şu ikisini de ekle: birincisi şeyler ruha temas etmez, daima onun dışında ve hareketsizdirler; bütün kaygılarımız içimizdeki düşünceden doğar. ikincisiyse gördüğün hemen hemen her şey kısa sürede değişecek, hatta artık var olmayacak. böyle ne kadar çok değişikliğe bizzat şahit olduğunu hiç aklından çıkarma.

dünya değişimdir, yaşamsa kanaat.”

"dalgalar tarafından sürekli dövülürken, hiç sarsılmadan duran ve etrafında köpüren suların sakinleşmesini bekleyen kayanın burnu gibi ol!"

"insan yaşlı da ölse genç de ölse, ölünce aynı şeyi yitirir: şimdiki zaman insanın yoksun kalabileceği biricik şeydir, çünkü sahip olduğu biricik şeydir, hiç kimse sahip olmadığı bir şeyi yitiremez."

"zamanın hızla akıp geçmesi karşısında yapılması gereken şey, 'an'ı, 'şimdi'yi yaşamaktır."

"istediğin anda kendi içine çekilebilirsin; çünkü insanın çekilebileceği hiçbir yer kendi içinden daha dingin, daha erinçli olamaz; her şeyden önce de, içlerinde yalnızca düşünmenin bile kusursuz bir erinç verdiği ilkeleri varsa."

"daha şimdiden ölümün eşiğinde olduğunu düşün: yaşlısın, bedeninin köle olmasına, ya da bir kukla gibi bencil dürtülerce oradan oraya sürüklenmesine, şu andaki yazgısını küçümsemesine ya da gelecekteki yazgısı için yas tutmasına izin verme."

"her şey nasıl da hızla yok olup gidiyor, hem evrendeki bedenlerin kendileri, hem de onların zaman içindeki anıları!"

"aslında hiç kimse ne geçmişi ne de geleceği yitirir, çünkü sahip olmadığı şeyi kim alabilir ondan? öyleyse şu iki şeyi unutma: birincisi, ezelden beri her şey aynıdır ve hep aynı döngü yinelenir, bunun için yüz ya da iki yüz yıl ya da sonsuz bir zaman için aynı görünümü görmek hiç fark etmez; ikincisi, insan yaşlı da ölse genç de ölse ölünce aynı şeyi yitirir; şimdiki zaman insanın yoksun kalabileceği biricik şeydir, çünkü sahip olduğu biricik şeydir, hiç kimse sahip olmadığı bir şeyi yitiremez."

"insan ömrü bir an sürer, özümüz artsız aralıksız bir akış, algımız belirsiz, tüm bedenimiz bozulmaya yazgılı, ruhumuz bir kargaşa, yazgımız öngörülmez, ünümüz güvenilmezdir."

"için huzur dolu olsun, başkalarının sağlayabileceği yardıma ya da dinginliğe gereksinimin olmasın. kısaca dimdik durmalısın, başkaları ayakta tutmamalı seni."

"stoacılar, uzun yaşamın ille de iyi bir şey olmadığını öne sürmelerinin yanı sıra, intiharın, dostlar ya da ülke ya da sakat kalmaktan yahut onulmaz bir hastalıktan kurtulmak için başvurulduğunda, 'haklı gerekçeye' dayandığını düşünüyorlardı."

"bazıları kırsal bölgelerde, deniz kıyısında ya da dağlarda kendi içlerine çekilebilecekleri bir yer ararlar; sen de böyle şeyleri bütün yüreğinle özlemeyi bir alışkanlık haline getirdin. ama bu aptalca bir şey, çünkü istediğin anda kendi içine çekilebilirsin; çünkü insanın çekilebileceği hiçbir yer kendi içinden daha dingin, daha erinçli olamaz; her şeyden önce de, içinde yalnızca düşünmenin bile kusursuz bir erinç veren ilkeleri varsa. erinç derken, içsel düzenden başka bir şeyi kastetmiyorum. öyleyse, sürekli olarak kendini bu sığınacak yere uyarla, orada kendini yenile. düşüneceklerin kısa ve temel olacak, ama bunlar içinde belirir belirmez her türlü acıyı silecek, seni dönmen gereken yaşama hoşnutsuzluk duymaksızın geri göndereceklerdir."

"zihninde tuttuğun ve sık sık başvurduğun ilkelere şu iki ilkeyi de ekle: birincisi, dışsal şeyler zihnini etkilemez, her zaman onun dışında, devinimsiz kalırlar; bütün tedirginlikler içimizdeki düşünceden kaynaklanır; ikincisi, şu anda gördüğün her şey çok kısa bir zamanda değişime uğrayacak, artık var olmayacaktır. senin kendinin de böyle ne çok değişikliğe tanık olduğunu sürekli olarak düşün."

"evren değişimdir; yaşamsa kanı."

"ölümünden sonra ün kazanmayı tutkuyla isteyen kişi; onu anımsayacak kimselerin her birinin çok geçmeden, sırası gelince öleceğini, onların ardından gelenlerin de başına aynı şeyin geleceğini, anısının, sürekli olarak bu kişilerin birinden öbürüne geçerken, sırayla bir yanıp bir sönerek sonunda tam bir yok oluşa varacağını düşünmez. senin anını saklayacak kişilerin ölümsüz olduklarını, bu nedenle senin ününün de ölümsüz olacağını varsaysak bile, bunun sana ne yararı var? övgünün, bazı pratik amaçlar dışında, ölülere hiç yararı olmadığını söylememe gerek var mı? gerçekten de, doğanın sana bağışladığını şimdi yersizce önemsemiyorsun da, başkalarının senden sonra hakkında ne söyleyeceklerine takıyorsun zihnini.

çünkü gerçekten güzel olan şeyin başka bir şeye gereksinimi yoktur, yasa gibi, gerçek gibi, iyilik ya da alçakgönüllülük gibi. bu şeylerin hangisi övüldüğü için güzeldir, ya da değeri küçümsendiği için değerini yitirir? zümrüt, onu övmezlerse daha mı az güzel olur? ya altına, fildişine, erguvana, lire, kılıca, çiçeğe, fidana ne diyelim?"

"ne çok hayvan tüketiliyor ve denebilirse, besinlerini onlardan sağlayanların bedenlerine gömülüyorlar!"

"öğrendiğin mesleğini sev ve ondan hoşnut ol. ömrünün geri kalanını, sahip olduğu her şeyi bütün yüreğiyle tanrılara adayan biri gibi ve ne zorba, ne de kimsenin kölesi olarak geçir."

"hiçbir şey bir günden fazla sürmez, anımsayan da, anımsanan da."

"epiktetos'un sık sık söylediği gibi, 'bir ölünün ağırlığını taşıyan kırılgan bir ruhsun sen.'"

"olaylardan oluşan bir ırmak, coşkun bir sel gibidir zaman; çünkü her şey görüş alanımızda belirir belirmez, sürüklenir gider, sonra bir başkası alır yerini, o da sürüklenir gider."

"gelip geçen her şey; tıpkı ilkbaharda açan güller ve yaz meyveleri gibi alışılmış ve bildiktir; hastalıklar, ölüm, iftira, kıskançlık ve budalaları sevindiren ya da hüzünlendiren her şey için de geçerlidir bu."

"bu adam şu adamın cenazesine katıldı, sonra sıra ona geldi, onun cenazesine katılan şu, öteki adama da sıra geldi ve bütün bunlar çok kısa bir zaman içinde oldu! kısaca, insansal olan her şeyin gelgeç ve değersiz olduğunu her zaman düşün: dün bir balgam damlası, yarın bir mumya ya da bir avuç kül. öyleyse şu anı doğayla uyum içinde geçir, sonra da yaşamını dinginlik içinde bitir, tıpkı bir kez olgunlaşınca toprağa düşen, böylece onu üreten toprağı kutsayan ve onu büyüten ağaca gönül borcu duyan zeytin tanesi gibi."

"dalgaların art arda gelip çarptıkları kaya gibi ol: sağlam, kıpırtısız, çevresinde kaynayan suların dinginleşmesini seyreden."

"'ben ne şanssızmışım ki, bu utanç verici olay başıma geldi.' tam tersi. 'ne şanslıyım, çünkü, başıma gelen utanç verici şeye karşın, yılgınlığa kapılmıyorum, ne şimdiki zaman eziyor beni, ne gelecek ürkütüyor.' bu tür bir şanssızlık aslında herkesin başına gelebilir, ama herkes yılgınlığa kapılmamayı başaramaz. öyleyse, neden, bu bir şanslılık değil de, şanssızlık olsun?"

"bundan böyle, üzülmene yol açan her güçlük karşısında, şu ilkeyi uygulamayı unutma: bu bir şanssızlık değildir, ama ona yüreklice katlanmak şanslılıktır."

"ardındaki zaman uçurumuna, önünde uzanan sonsuzluğa bak: bir bebeğin üç gün süren yaşamıyla, nestor'un üç kuşak süren yaşamı arasında ne fark var?"

"her zaman en kısa yoldan git; en kısası doğayı izleyen yoldur. bu yol seni sonunda her şeyi en sağduyulu biçimde söylemeye ve yapmaya götürür. çünkü böyle bir amaç seni dertlerden ve çatışmalardan, her türlü kaygıdan ve gösterişten kurtarır."

"sabahları canın yataktan çıkmak istemediğinde, hemen şöyle düşün: 'bir insanın görevini yerine getirmek için kalkıyorum. bunu yapmak için doğdum, bu dünyaya bunun için getirildim, peki ama neden kalkmıyorum öyleyse? yataktan çıkmayıp yorganı başıma çekmek için mi yaratıldım yoksa?' 'kuşkusuz çok daha hoş bir şey bu.' 'bunun için mi geldin dünyaya öyleyse? harekete geçmek için değil de, duyuları sınamak için mi? ağaçları, kuşları, karıncaları, örümcekleri, arıları görmüyor musun? onların her birinin evrenin akışı içinde kendine düşen görevi yerine getirdiğini, evrensel düzene küçük de olsa katkıda bulunduğunu görmüyor musun? sense, kendi adına, bir insan olarak yapman gereken şeyi yapmayı red mi edeceksin?'"

"bazı insanlar, birine bir iyilikte bulunurlarsa, karşılığını alacaklarını hesaba katarlar. bazıları da, bunu hemen yapmaz ama gene de iyilik ettikleri kişiyi içlerinden kendilerine borçlu sayarlar; yaptıklarının fazlasıyla bilincindedirler. bazıları da, bir anlamda bir iyilikte bulunduklarını bile bilmezler, üzüm üreten, bir kez meyvesini verdikten sonra başka bir ödül istemeyen asmalar gibidirler; tıpkı yarışı bitiren bir at gibi, avını yakalayan bir köpek gibi, balını yapmış bir arı gibi ya da. bu insanlar da iyilik yaptıktan sonra, bağıra bağıra duyurmazlar bunu, başka bir iyilik yapmaya yönelirler, tıpkı asmanın mevsimi gelince yeniden üzüm vermesi gibi. biz de, denebilirse, ayrımına varmaksızın iyilik eden insanlardan mı olmalıyız?"

"hiç kimsenin başına doğası gereği katlanamayacağı bir şey gelmez. senin başına gelen şeyler onun da başına gelir, ama o, ya başına gelen şeyin bilincine varmadığı için, ya da yüce gönüllü görünmek için, sağlam ve etkilenmemiş kalır." bilgisizliğin ve kendini beğenmişliğin, bilgelikten daha güçlü olması ne tuhaf, değil mi?"

"var olan ve doğan her şeyin nasıl hızla geçtiğini, yok olup gittiğini düşün sık sık. çünkü madde durmadan akan bir ırmağa benzer, etkinlikleri sürekli dönüşümlere uğrar, değişkeleri sonsuzdur, hemen hemen hiçbir şey dural değildir, elini uzatsan tutabileceğin kadar sana yakın olan şey bile. geçmişin ve geleceğin, içinde her şeyin yok olup gittiği sınırsız uçurumunu düşün. öyleyse, bütün bunların ortasında gurura kapılmak, çırpınmak, yakınmak aptallık değil midir, sıkıntılarımız uzun bir zaman sürmeye yazgılıymış gibi."

"nerelerden geçtiğini, nelere katlanma gücü bulduğunu usunda tut; yaşam öykünün neredeyse sonuna geldiğini, hizmetinin tamamına erdiğini anımsa. ne güzel şeyler gördüğünü, ne çok haz ve acıyı küçümsediğini, ne çok ün kazanma fırsatını dikkate almadığını, kaç vefasıza gönül borcu duyduğunu anımsa."

"yakında küle ya da iskelete döneceksin; bir addan başka bir şey olmayacaksın, belki adın bile olmayacak. ama bir ad bir sesten, bir yankıdan başka bir şey değildir. yaşamda en çok değer verilen her şey boş, bozuk, bayağıdır; birbirini ısıran enikler, bir gülüp bir ağlayan kavgacı çocuklar. inanç, alçakgönüllülük, adalet ve gerçek, 'yeryüzünün enginliklerinden olimpos'un yüceliklerine dek' uçup gittiler."

"görevini yerine getirirken, soğuktan ürpermen ya da sıcaktan bunalman, gözlerinden uyku akması ya da uykunu almış olman, başkalarının seni çekiştirmesi ya da övmesi, ölmek üzere olman, ya da başka herhangi bir şey yapmakta olman seni hiç ilgilendirmesin: ölme eylemi de, yaşamımızın eylemlerinden biridir; onun için de, "andan en iyi biçimde yararlanmak" yeter."

"düşmanından öç almanın en iyi yolu, onun gibi davranmamaktır"

"kimi şeyler doğma, kimileriyse ölme telaşında; doğmakta olan şeyin bir parçası şimdiden ölüyor, ya da çoktan öldü bile; ama bu sonsuz akış ve dönüşüm dünyayı sürekli olarak yeniler, tıpkı artsız aralıksız akıp giden zaman ırmağının sonsuzluğu yenilemesi gibi. hiçbir şeyin durmadığı bu ırmakta hızla akıp giden şeylerin hangisine değer verebilir insan? insanın; daha uçarken görüp gönül verdiği bir serçenin ona sevdalanır sevdalanmaz, kanat çırparak gözden yitip gitmesi gibi."

"eğer birisi, fikirlerimin ve eylemlerimin yanlış olduğunu kanıtlayarak beni ikna ederse, seve seve değiştiririm onları, çünkü benim aradığım gerçekliktir, gerçeklikten kimse zarar görmez, yanılgılarında ve bilgisizliklerinde direnenlerden başka."

"ölüm; duyuların aldatıcılığından, insanı kukla gibi oradan oraya çekiştiren içgüdülerden, saçma sapan düşüncelerden, tenin tutsağı olmaktan kurtarır bizi."

"beden daha savaşını sürdürürken ruhun savaşını bırakması utanç verici bir şeydir."

"üç yüz libre değil de, şu kadar libre ağırlıkta isen üzülmezsin değil mi? yaşamak için sana şu kadar yıl verildi de, daha çok yıl verilmedi diye niçin üzülüyorsun, öyleyse? çünkü sana verilen madde miktarıyla nasıl yetiniyorsan, sana verilen zamanla da yetinmelisin."

"biri seni zorla engellemeye kalkarsa, boyun eğmeye ve dinginliğe başvur, incinme, böylece karşına çıkarılan engelden, başka bir erdemi ortaya koymak için yararlan."

"ün peşinde koşan kendi yararının başkalarının etkinliğinde olduğunu düşünür; zevk düşkünü, kendi duygularında; sağduyusu olansa, kendi eylemlerinde olduğunu."

"zaman her şeyi nasıl da hızla örtecek, onca şeyi çoktan örttüğü gibi!"

"bir zamanlar ünlü olan ne çok insan çoktan unutuluşa yenik düştü. onlara övgüler düzen daha nicesi çoktan göçüp gittiler.

"yakında her şeyi unutacaksın; yakında herkes seni unutacak."

"olmayan şeyleri, varmışlar gibi düşünme, var olan şeyler arasından en hoşuna gidenleri seç, eğer olmasalardı, onları nasıl isteyeceğini düşün. ama sahip olmaktan mutluluk duyduğun şeyleri aşırı değerlendirmemeye alıştır kendini; yoksa bir gün onları yitirirsen sarsılırsın."

"kendi içine çekil. yönetici ilkenin öyle bir doğası vardır ki, kendi kendine yeter; doğru olanı yaptığı zaman dinginlik bulur."

"nesnelere öfkelenme, çünkü bu onların umurunda bile değil."

"olgun başaklar gibi biçilir yaşamımız, biri var olurken, biri yok olur gider."

"topraktan gelen toprağa döner, göksel bir tohumdan filizlenense göklere."

"başına ne gelirse gelsin, başlarına aynı şey gelince üzülen, şaşkına dönen, sızlanan insanları getir gözünün önüne. şimdi nerede bu insanlar? hiçbir yerde."

"acı ne katlanılmazdır, ne de sonsuz; sınırlarını göz önünde bulundurursan, kendi imgeleminle onu artırmazsan."

"karakterin yetkinliği şurada yatar: her günü son günmüş gibi yaşamak, telaşsız, uyuşuk olmaksızın, yapmacıksız."

"yenilmiş bir güreşçi, rakibinin 'daha iyi bir insan' olduğunu söyleyenlere, 'hayır,' demiş, 'rakibini yenmekte daha iyi.' marcus 'daha iyi' olma fikrini, ahlaksal üstünlüğe bağlıyor"

"her şeyden önce, kaygılanma: çünkü her şey evrensel doğayla uyum içinde olur, çok geçmeden hadrianus gibi, augustus gibi, sen de bir hiç olacaksın."

"pişmanlık, yararlı bir şeyi savsakladığın için bir çeşit kendi kendini kınamaktır. iyi olan şey, kaçınılmaz olarak, iyi bir insanın savsaklamaması gereken yararlı bir şeydir; öte yandan, gerçekten iyi olan hiçbir insan zevk veren bir şeyi savsakladığı için pişmanlık duymaz; demek ki zevk, ne iyi, ne de yararlı bir şeydir."

"incir ağacının incir verdiğine şaşmak nasıl saçmaysa, aynı şey dünyanın doğası gereği verdiği meyveler için de geçerlidir. bir hekimin bir hastanın ateşinin çıkmasına ya da bir gemi kaptanının rüzgarın ters yönden esmesine şaşması aynı derecede saçma olurdu."

"madem ki sana bağlı, bunu niye yapıyorsun? eğer başkasına bağlıysa kimi suçlayacaksın? atomları mı yoksa tanrıları mı? ister birileri olsun, ister ötekiler, saçma bir şey olurdu bu. hiç kimseyi suçlamamalısın. eğer elinden geliyorsa, insanı düzelt; gelmiyorsa sorunun kendisini; onu da yapamıyorsan, suçlamak neye yarar?"

"şu bedeninin içini dışına çevir, nasıl bir şey olduğuna bak, yaşlanıp hastalandığında, sefahatle ne hale geldiğine bak. övenin de, övülenin de, anımsayanın da, anımsananın da kısadır yaşamları. bütün bunlar yeryüzünün küçük bir köşesinde olur, orada bile insanlar birbirleriyle uyum içinde değildirler, kendi kendileriyle bile. dünyanın kendisi de evrende bir noktadan başka bir şey değildir."

"lucilla, verus'u gömdü, sonra lucilla'nın sırası geldi; secunda, maximus'u gömdü, sonra secunda'nın sırası geldi; antoninus, faustina'yı gömdü, sonra sıra ona geldi. hep aynı. çeler, hadrianus'u gömdü, sonra sıra ona geldi. geleceği görebilen, kendileriyle gururlanan, bu üstün zekalı insanlar neredeler şimdi? charax, demetrius, eudaimon, onlar gibi daha birçok üstün zekâlı insan? tümü de bir güncük yaşamış, tümü de çoktan ölmüş; kimileri bir an olsun anımsanmamış, kimileri söylence olmuş, kimileri söylence olmaktan bile çıkmış. öyleyse, unutma, seni oluşturan bu bileşim dağılacak ya da yaşam soluğun sönecek yahut başka bir yere göçecek."

"yaşamını bir bütün olarak düşünüp kaygılanma. geçmişte başına gelen, gelecekte de gelecek olan birçok çeşitli sıkıntıyı hep bir arada düşünme, karşına çıkacak her sıkıntı için kendi kendine şunu sor: 'bunda dayanılmaz, katlanılmaz olan ne var?' yanıtın yüzünü kızartırdı! o zaman canını sıkan şeyin, gelecek ya da geçmiş değil, şimdiki zaman olduğunu anımsat kendine. sıkıntını soyutlar, kendi başına kaldığında ona katlanamayacağını düşündüğü zaman zihnine kızarsan, böylesine sınırlar içine sıkıştırıldığından sıkıntının gücü azalacaktır.

"pantheia ya da pergamos hala verus'un mezarının başında mı oturuyorlar? ya da chabrias yahut diotimus hadrianus'un mezarı başındalar mı? saçma bir soru. hala orada olsalar bile, ölüler ayrımında olurlar mıydı bunun? tutalım ki ayrımına vardılar, hoşlarına gider miydi bu? hoşlarına gitseydi bile, yaslarını tutanlar bundan ötürü ölümsüz mü olurlardı? onlar da ötekiler gibi önce yaşlanmaya, ardından da ölmeye yazgılı değil miydiler? peki, onlar için yas tutanlar ölünce, ölüler ne yapacaklardı? bütün bunlar, bir kefene sarılmış pis kokudan ve çürümüşlükten başka bir şey değil."

"şimdiki zamanı kendine uydurmaya çalış! geleceğe bırakacakları ünün ardına düşenler, o zamanki insanların da tıpkı bugün kendilerine bezginlik veren insanlardan farklı olmayacaklarını, üstelik onların da ölümlü olduklarını düşünemiyorlar. önünde sonunda, onların gözünde ün sahibi olmanın, onların senin hakkında ne düşüneceklerinin ne önemi var senin için?"

"bir dış nedenden ötürü üzülüyorsan, aslında canını sıkan bu değil, onun hakkındaki yargındır, bu yargıdan her an vazgeçebilirsin. ama seni üzen kendi karakterinden kaynaklanan bir şeyse, yargını düzeltmeni kim engelleyebilir? aynı birimde, seni üzen şey; doğru bulduğun bir eylemi yerine getirememekse, kendini üzüntüye kaptıracak yerde, niçin o eylemi yapmakta direnmiyorsun? 'ama yolumu kesen çok güçlü bir engel var' o zaman üzülmemelisin, çünkü başarısızlığının nedeni senin usuna dayanmıyor. 'ama bu işi yapamazsam, yaşamamın hiçbir anlamı kalmaz.' öyleyse, hedefine ulaşan birinin yaşamına son vermesi gibi, yoluna çıkan engellere kin duymaksızın, dingince ayrıl yaşamdan."

"ilk izlenimlerinin açıkladıklarından daha fazla bir şey söyleme kendi kendine. birinin senin aleyhine konuştuğunu mu söylediler sana? bu sana söylenen şey; ama bundan zarar gördüğün sana söylenmiyor. çocuğumun hasta olduğunu görüyorum; ama onun tehlikede olduğunu görmüyorum. böylece, ilk izlenimlere bağlı kal ve onlara kendinden bir şey ekleme, o zaman sana hiçbir kötülük gelmeyecektir;."

hıyar acı mı? at onu. yolunda böğürtlen çalıları mı var? çevresinden dolan. bu kadarı yeter"

"güneşin ışığı yukarıdan gelir, her yönde yayılır, ama yok olmaz. ışığın yayılışı bir genişlemedir. bir güneş ışınının ne olduğunu, karanlık bir odaya bir aralıktan giren güneş ışığını inceleyerek anlayabilirsin: doğru çizgi halinde uzanır, karşısına çıkan ve onun havada öteki tarafa geçmesini engelleyen ilk katı cisme dayanıyor gibidir; ne kayar, ne aşağı düşer, orada durur. zekanın ışığının yayılması ve genişlemesi de buna benzer bir biçimde olur; hiçbir biçimde akıp gitme değil, bir yayılmadır; karşılaştığı engeller üzerinde zorlayıcı ve şiddetli bir etki yaratmaz; batmaz da, kımıltısız durur ve üstüne düştüğü nesneyi aydınlatır; çünkü bu nesne onu yansıtmazsa, kendini onun ışığından yoksun bırakır."

"biri seni suçlar, senden nefret eder ya da birileri seni incitecek şeyler söylerse, ruhlarına yakından bak, ne tür insanlar olduklarını gör. senin hakkında şöyle ya da böyle bir fikir oluşturacakları için kendine eziyet etmene değmediğini anlayacaksın o zaman."

"dizi dizi insanlara, onların sayısız törenlerine, fırtınalı ve dingin havada yaptıkları deniz yolculuklarına, doğan, birlikte yaşayan, sonra göçüp giden çeşit çeşit insanlara yukarıdan bak. bir zamanlar başkalarının yaşadıkları yaşamı, senden sonra yaşanacak yaşamı ve şu anda yabancı halklar arasında yaşanmakta olan yaşamı düşün; kaç kişinin senin adını bile bilmediğini, bilenlerin kaçının çok geçmeden unutacağını, belki de şu anda seni övmekte olan kaç kişinin çok geçmeden seni yereceğini düşün; ne anıların, ne ünün ne de başka herhangi bir şeyin adını anmaya bile değmeyeceğini düşün."

"sana sıkıntı veren yüzeysel şeylerden kendini kurtarmaya gücün yeter; çünkü bunlar yalnızca senin imgeleminde vardır; o zaman tüm evreni kucaklamak, öncesiz sonrasız zamanı kavramak, her şeyin hızla dönüşümünü ve doğumla ölüm arasındaki mesafenin ne denli kısa, doğumdan önceki zamanın ne denli uzun olduğunu, ölümün ardından gelecek zamanın da nasıl eşit ölçüde sınırsız olacağını kavramak için geniş bir yer açacaksın kendine."

"şu anda gördüğün her şey çok geçmeden yok olacak, onların yok olduğunu görenler de sıraları gelince yok olacak; yaşlı ölen, vakitsiz ölenle aynı yaşta olacak."

"kendilerine öfkelendiğin bu kimselerin hiçbiri, zihnini kötüleştirecek bir eylemde bulunmamıştır: çünkü başına gelecek her türlü kötülük ya da zararın gerçek barınağı zihnindir."

"cahil birinin cahil gibi davranmasında kötü ya da şaşılacak ne var? o insandan o yanlış davranışı beklemediğin için kendi kendini suçlamalısın belki de"

"iyi eğitilmiş, saygılı insan, her şeyi veren ve her şeyi geri alan doğaya şöyle der: 'istediğini ver, istediğini al.' ama bunu doğaya meydan okurcasına değil, bir boyun eğişle ve onun istekleriyle tam bir uyum içinde söyleyecektir."

"çok az zamanın kaldı. bir dağın tepesine çekilmişsin gibi yaşa onu, çünkü ha orada yaşamışsın, ha burada ne fark eder, nerede yaşarsan yaşa, bu büyük evren kentinde yaşıyorsan. insanlar doğaya uygun olarak yaşayan kişiyi gelip görsünler, incelesinler. ona katlanamazlarsa öldürsünler onu, çünkü onlar gibi yaşamaktansa ölmek daha iyidir."

"her eyleme giriştiğinde durup ölümün, salt seni bu eylemden yoksun kılacağı için mi korkulacak bir şey olduğunu sor kendi kendine."

"satyrion'u, eutyches'i ya da hymen'i gördüğünde sokrates'in bir çömezini tasarla; eutychion'u ya da sılvanus'u görünce, euphrates'i; tropaeophorus'u görünce alciphron'u, severus'u görünce, kriton'u ya da ksenophon'u düşün; kendine bakınca da, caesar'lardan birini düşün; herkes için aynı şeyi yap. sonra şu gelsin usuna: 'şimdi neredeler? hiçbir yerde, ya da kim bilir nerede?' böylece, insan yaşamının dumandan, bir hiçten başka bir şey olmadığını göreceksin, özellikle de, bir kez değişime uğrayan bir şeyin sonsuz zaman içinde bir daha hiç geri dönmeyeceğini anımsarsan. neden kaygılanıyorsun öyleyse? şu kısacık anı uygun bir biçimde geçirmekten niçin memnun olmuyorsun?"

"sen kendin de sık sık yanlış yapıyorsun, tıpkı ötekiler gibisin; bazı yanlışlardan kaçındığın doğruysa da, gene de bu yanlışlara eğilimin var; ödleklik, başkaları ne der korkusu ya da bu tür başka bir kötülükten ötürü çekiniyorsun yanlış yapmaktan."

"öfkeye yenik düştüğünde, insan yaşamının bir an sürdüğünü, çok geçmeden hepimizin ölüm döşeğine uzanacağımızı düşün."

"yaşamdaki amacı tek ve her zaman aynı olmayan kişi, kendisi de yaşam boyu her zaman tek ve aynı kalamaz."

"kışın incir istemek için insan deli olmalı, tıpkı artık çocuk sahibi olamayacak yaşta birinin çocuk istemesi gibi."

"epiktetos, insanın kendi çocuğunu öperken, kendi kendine şöyle demesi gerektiğini söylüyordu: 'belki de yarın öleceksin.' 'ama bunlar uğursuzluk getiren sözler.' 'hiç de değil,' diye yanıtladı epiktetos, 'bunlar yalnızca' doğal bir olayı dile getiren sözcükler; yoksa başakların biçildiğini söylemek de uğursuzluk getirirdi."

"şunu da söylüyor epiktetos: 'bir onaylama sanatı bulmalıyız; dürtülerimize gelince, onların her zaman serinkanlılığa bağlı kalması, ortak iyiliği gözetmesi ve her nesnenin değeriyle orantılı olması için özen göstermeliyiz; öte yandan, aşırı isteklerden kaçınmalı, bizim denetimimize bağlı olmayan hiçbir şeyin ardına düşmekten ya da ondan kaçınmaya çalışmaktan sakınmalıyız."

"seni oluşturan üç öge vardır: beden, soluk ve zihin. ilk ikisi, onlara özen gösterdiğin ölçüde senindir; yalnızca üçüncüsü tam anlamıyla senindir. bu nedenle, başkalarının yaptıkları ya da söyledikleri her şeyi; kendin yaptığın ya da söylediğin her şeyi; gelecekle ilgili olarak seni tedirgin eden her şeyi; seni saran bedeninin ve onunla birleşmiş yaşam soluğunun bir parçası olan, isteminden bağımsız olarak sana bağlanan her şeyi ve çevrende bir burgaç gibi dönüp duran her şeyi kendinden, yani zihninden uzaklaştırabilirsen, böylece yazgının zincirlerinden kurtulmuş olan zihinsel gücün katıksız ve bağımsız bir yaşam sürebilir: doğru olanı yaparak, her ne olursa olsun olup bitenleri kabul ederek ve doğruyu söyleyerek eğer dışsal izlenimlere bağımlı olan her şeyi, gelecekteki ya da geçip gitmiş her şeyi yönetici ilkenden ayırabilirsen ve kendini, empedokles'in sözleriyle, 'dairesel yalnızlığın tadını çıkaran yusyuvarlak bir küre' yapabilirsen, yalnızca yaşamakta olduğun anı, yani şimdiki zamanı yaşamak için çaba harcarsan, geri kalan zamanını ölünceye dek dinginlik ve sevecenlikle, içinde barınan koruyucu ruhla barış içinde geçirebilirsin."

"yakınlarımızın bizim hakkımızda düşündüklerine, bizim kendi hakkımızdaki düşüncelerimizden çok daha fazla saygı duyuyoruz."

"başaracağını sanmadığın şeyleri de yap. çünkü sol el de, alıştırma yapmadığı için başka her şeyde yetersiz olmasına karşın, sürekli alıştırma sayesinde dizginleri sağ elden daha güçlü kavrar."

"içinde, tutkuları üreten ve seni bir kukla gibi oynatan şeylerden daha güçlü, daha tanrısal bir şeyin varlığının ayrımına varmanın zamanı geldi. şu anda zihnimi işgal eden ne? korku mu? kuşku mu? arzu mu? ya da bunlara benzer başka bir şey mi?"

"bir süre daha, sonra hiçbir yerde hiç kimse olmayacaksın; şimdi gördüğün hiçbir şey de var olmayacak artık, şimdi yaşayan insanların hiçbiri de. çünkü, doğanın yasasına göre her şey değişir, dönüşür ve yok olur, yerlerini başkaları alsın diye."

"her şey senin düşüncene bağlı; düşüncen de sana. bunun için, istediğin zaman düşünceni ortadan kaldır, burnu döner dönmez, dingin bir denizde, tek bir dalganın bile olmadığı bir koyda bulursun kendini."

"kanıyı başından at, kurtulursun. bunu yapmanı kim önlüyor?"

"her insana sonsuz zaman uçurumunun ne denli küçük bir parçası ayrılmıştır! ve nasıl bir anda sonsuzluğun içinde yok olup gider! evrensel özdeğin, evrensel ruhun hangi küçük parçası! yeryüzünün hangi küçük toprak parçacığı üstünde sürükleniyorsun! bütün bunları göz önüne alarak, şundan başka önemli hiçbir şeyin olmadığını düşün: bireysel doğanın seni yönelttiği şeyi yapmak, evrensel doğanın sana getirdiğini kabul etmek."


"bu büyük kentin yurttaşı oldun; beş yıl ya da elli yıl, ne önemi var? çünkü, onun yasaları yurttaşlar arasında ayrını gözetmez. öyleyse, seni şimdi bu kentten uzaklara gönderen bir zorba ya da adil olmayan bir yargıç değil, seni buraya getirmiş

olan doğanın kendisi olduğuna göre, bunda olağanüstü bir şey var mı? tıpkı, bir oyuncuyu, onu önce işe almış olan yöneticinin sahneden çıkarması gibi. 'ama yalnızca üç perdede oynadım rolümü, beş perdede değil.' 'doğru. ama yaşamda üç perde de bir oyuna eşit olabilir.' çünkü son sınırı belirleyen; bir zamanlar senin oluşumunu düzenlemekten, şimdi de çözülüp dağılmandan sorumlu olandır; sense, ne birinden, ne ötekinden sorumlusun. öyleyse, dingince çık sahneden, çünkü gitmene izin veren de dingin."


marcus aurelius

11 Oca 2022

Voilà

 

        


hem seste hem de sessizlikte..

Bir şey kesindir, kapının yanında küçük bir valiz tutmak iyi bir fikirdir.

 



“duyguların dengeli bir şekilde değerlendirilmesi, kesinlikle bir kendine saygı duyma işidir.”

“benim için yalnızlık daha çok kendimle birlikte her yere taşıdığım ve ihtiyaç duyduğumda etrafıma açtığım katlanmış bir orman gibidir.”

"çoğu zaman aptallık, haz, mutluluk ve cinsel ilginin bir bileşimidir." kim buna hatalı diyebilir. gerçekten öyle. aptallık olması değersiz anlamına da gelmemekte aslında, bir dersi ve kendini tanımayı da içermekte.

"gülme, kadın cinselliğinin gizli tarafıdır; fizikseldir, temeldir, tutkuludur, hayat vericidir ve bu yüzden uyarıcıdır. sadece o an için, bir sevincin cinselliğidir; özgürce uçan, yaşayıp ölen ve kendi enerjisiyle yeniden yaşayan hakiki ve şehevi bir sevgidir. kutsaldır çünkü fazlasıyla iyileştiricidir. şehevidir çünkü bedeni ve onun duygularını uyandırır. cinseldir çünkü heyecan vericidir ve haz dalgalarına neden olur. tek boyutlu değildir, çünkü gülme, insanın kendisi kadar başkalarıyla da paylaştığı bir şeydir. bir kadının en vahşi cinselliğidir."

kimisi için ev, bir tür gayret göstermektir. kadınlar, yapmamak için yıllarca çeşitli nedenler bulduktan sonra, tekrar şarkı söylemeye başlarlar. kendilerini uzun bir süredir yürekten hissettikleri bir şeyi öğrenmeye adarlar. hayatlarındaki kayıp insanları ve şeyleri ararlar. seslerini geri alırlar ve yazarlar. dinlenirler. dünyanın bir köşesini kendilerinin kılarlar. büyük ve ciddi kararları yürürlüğe sokarlar. ayak izleri bırakan bir şey yaparlar.

kimi için ev bir ormandır, bir çöl, bir deniz. aslında ev, holografiktir. tek bir ağaçta, bir çiçekçinin vitrinindeki bir kaktüste, durgun bir su havuzunda bile tüm kudretiyle görünür. asfaltta yatan sarı yaprakta, bir demet çiçek bekleyen kırmızı kil çömlekte, derideki bir damla suda da tüm gücüyle görünür. ruh gözleriyle odaklanırsanız, pek çok, pek çok yerde evi görürsünüz.

insan ne kadar süreyle evine geri dönüp orada kalır? olabildiğince uzun bir süre ya da tekrar kendine gelene kadar. bu, ne kadar sıklıkla gereklidir? dış dünyada çok etkinseniz ve "duyarlı"ysanız çok daha sık. deriniz kalınsa ve pek fazla da "dışarıda" değilseniz, daha az bir sıklıkla. her kadın ne kadar sıklıkla ve ne kadar süreyle bunu yapması gerektiğini yüreğinde bilir. bu, insanın gözlerindeki parıltının, duygusal durumunun canlılığının, duyularının yaşamsallığının belirlenmesiyle yakından ilgilidir.

eve gitme ihtiyacını gündelik hayatlarımızla nasıl dengeleriz? önceden, evi hayatlarımıza sokacak planlar yaparız. kadınların hastalık halinde, çocukları ihtiyaç duyunca, araba bozulunca, dişleri ağrıyınca kolayca "zaman ayırabilmeleri" her zaman şaşırtıcıdır. eve gitmeye de aynı ölçüde değer verilmeli, hatta gerekirse kriz ölçülerine göre dile getirilmelidir. çünkü, eğer bir kadın gitme zamanı geldiğinde gitmezse, ruhundaki/psişesindeki ince çatlakların derin vadilere, derin vadilerin de gürleyen dipsiz çukurlara dönüşeceği gayet açıktır.

eğer bir kadın eve gidiş döngülerine hiç tavizsiz değer verirse, çevresindekiler de değer vermeyi öğrenir. günlük rutinlerin telaşlarından sıyrılıp mola vererek, kimsenin ihmal etmediği ve sırf kendimize ait zamanlar ayırarak anlamlı "ev"e ulaşılabileceği doğrudur...


tuzaklar:

...ilk anda algılanamayan bir şekilde tuzağa düşürür, çünkü yaldız ilk başta insanın aklını başından alabilir. bu yüzden hayat yolunda kendi yaptığımız ayakkabılarla giderken şuna benzer bir ruh halinin üzerimize çöktüğünü düşünün: "belki de başka bir şey daha iyi olurdu; o kadar da zor olmayan bir şey; daha az zaman, enerji ve zahmet gerektiren bir şey."

kadınların hayatında bu sık olur. bir çabanın ortasındayızdır ve iyi ile kötü arasında gidip gelen duygular hissediyoruzdur. bu çabamızı sürdürürken elimizden geleni yapar ve hayatımızı da buna uygun düzenlemekle yetiniriz. ama çok geçmeden bir şey beynimizi yıkayıp, "bu iş hayli zor. ama şuradaki o güzel falana ya da filana bak. şu süslenip püslenmiş şey daha kolay, daha güzel, daha çekici görünüyor" demeye başlar. ansızın yaldızlı at arabası sallanarak durur, kapı açılır, küçük merdiven aşağı iner ve içeri gireriz. baştan çıkarılmışızdır. bu ayartılma düzenli bir şekilde ve kimi zaman her gün yaşanır. buna hayır demek zordur. böylece yanlış kişiyle evleniriz, çünkü ekonomik açıdan rahat bir hayata kavuşuruz. üstünde çalıştığımız yeni parçayı bırakıp geri döner ve daha kolay, ama son on yıldır hor kullandığımız ve bir kenara attığımız eski ve yıpranmış parçayı kullanırız. şu güzel şiiri daha da güzel kılmak için çabalamaz, onu bir kez daha elden geçirmek yerine, üçüncü taslağında bırakırız.

yaldızlı araba senaryosu, kırmızı ayakkabıların basit sevincine galebe çalar. bunu bir kadının mal mülk ve konfor arayışı olarak yorumlayabilsek de, daha çok yaratıcı hayatın temel konularında pek fazla zahmete girmek zorunda kalmamak gibi basit bir psikolojik arzuyu ifade eder. daha kolay sahip olma arzusu tuzak değildir; bu, egonun doğal olarak arzuladığı bir şeydir. ah... peki ya bedeli? tuzak, işte bu bedeldir. çocuk, zengin yaşlı kadınla yaşamaya gittiğinde tuzak da kendini gösterir. orada terbiyeli ve sessiz olmalıdır... görünür özleme, daha özgül olarak da o özlemin doyurulmasına izin verilmez. bu, yaratıcı tin için ruhsal kıtlığın başlangıcıdır.

klasik jungcu psikoloji, ruhun kaybının özellikle orta yaşlarda, otuz beşinde ya da daha sonra ortaya çıktığını vurgular. ama modern kültürün içinde yaşayan kadınlar için ister on sekizinde, isterse sekseninde olsunlar, ister evli isterse bekar olsunlar, soyağaçları, eğitimleri ya da ekonomik durumları ne olursa olsun ruh kaybı gündelik bir tehlikedir. birçok "eğitimli" insan, "ilkel" insanların ruhlarını kendilerinden çalabileceklerini düşündükleri yaşantılarla ve olaylarla ilgili sonsuz listelerini-yılın yanlış bir mevsiminde bir ayının görülmesinden tutun da, içinde biri öldükten sonra henüz kutsanmamış olan bir eve girmeye kadar- duyduklarında anlayışla gülümser.

modern kültürde harikulade ve hayat verici pek çok şey olsa da, bin kilometrekare genişliğindeki kuş uçmaz kervan geçmez yerlerden ziyade hemen bir sokak ötemizde sayıca çok daha fazla kutsanmamış ölüm yerleri ve yanlış zamanda ortaya çıkmış ayılar bulunur. anlamla, tutkuyla, ruhsallıkla ve derin doğayla bağlantımıza göz kulak olmaya devam etmemiz gerekliliği en önemli psişik gerçek olmaya devam eder. bu el yapımı ayakkabıları zorla süpürmeye, ayartmaya, uzaklaştırmaya çalışarak, "bu dansı, çiçek ekimini, kucaklamayı, bulmayı, planlamayı, öğrenmeyi, barışmayı, temizliği... daha sonra yapacağım" türünden basit mazeretler üretmemize yol açan pek çok şey vardır. bunların hepsi tuzaktır...

''bildiğiniz gibi, bir bahçenin ilkbahara hazır olması için, sonbaharda tersyüz edilmesi gerekir. bahçe her zaman çiçeklenemez. ama bırakın, hayatınızın altüst oluşlarını kendi içsel döngüleriniz düzenlesin, dışınızdaki başka güçler, kişiler ya da içinizdeki negatif kompleksler değil.''

.”ister içe, isterse dışa dönük olun, ister kadınları seven bir kadın, ister erkekleri seven bir kadın, ister tanrı'yı seven bir kadın ya da bunların hepsi birden olun, ister basit bir kalbe sahip olun, ister bir amazonun tutkularına, ister bir işin en iyisini yapmaya çalışan biri olun, ister yarına bırakan biri, ister espirili olun, isterse de üzüntülü, soylu ya da ayak takımı; her durumda vahşi kadın bize aittir. o tüm kadınlara aittir.”


"ben gidiyorum.’’ bunlar bugüne kadar söylenmiş en güzel sözcüklerdir.

söyleyin. sonra gidin...


"ölmesi gerekenlere ölmesi için, yaşaması gerekenlere yaşaması için izin verin"


kurtlarla koşan kadınlar, clarissa p. estes