.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

30 Eki 2011

Adele - Someone Like You




“Bazen aşk sürer ama bazen daha çok acıtır”

“Bilmek” Üzerine…


                                                                                      

                                                  “…Seni biliyordum; insan bildiği bir şeyi unutmaz ki…”


Tek bir cümleydi, kızın günlerdir beyninde dolaşan, oraya yuva yapan, her bir bölmede yeniden yeniden çoğalan, cümlecikler oluşturan, tek bir cümle. “Bilmek…” diye geçirdi içinden kız.  Bir bilgiyi bilebilirdi insan; bir doğruyu, bir gerçeği bilebilirdi. Peki ya bir insanı? Bu kelimenin gücünü düşündü ve ürperdi bir an, belki de bu güç korkutmuştu onu. Tek bir kelimenin uzunca bir cümle içinde kayboluşunu görmüştü defalarca ama ilk defa tanık oluyordu küçücük bir sözcüğün kocaman bir cümleyi sırtlanıp da yol alışına.
Bilmek ! “Bir şeyi anlamış veya öğrenmiş bulunmak.” böyle diyordu sözlükler. Anlamış ve öğrenmiş bulunmak… Defalarca tekrar etti kendine bu hissiz sözlük cümlesini. Gerçekten de onu böylesine anlamış hatta öğrenmiş olabilir miydi? Bir insan bir insanı gerçekten anlayabilir miydi ki böyle bir kaos zamanında? Kavga zamanıydı, hırs zamanıydı, kardeşin kardeşi öldürme zamanıydı bunlar. Böyle bir cehennemde biri çıkıyor “ben seni biliyordum” diyordu; ya bu dünyaya ait değildi ya da gerçekten bildiğimiz dünyayı tamamen değiştirmek için gelmişti.
Bu düşünceler içinde belki bininci devrini tamamlayan kaşığını, fincanından çıkarıp kahvesinden bir yudum aldı kız. Zehri tat boğazından aşağı yayılırken ne yapacağını bilemez bir şekilde kıstı gözlerini; hani uzakta bir şeyi daha net görebilmek için ya da çok ışık olan bir ortamda yakınındaki varlığı seçebilmek için kısar ya insan gözlerini, aynen öyle işte. Gerçi ne uzaktaydı görmek istediği şey ne de ışıklar içinde yüzüyordu uzun zamandır. Tek yapması gereken masanın köşesine ilişmiş o sessiz yargıca doğru kafasını çevirmekti.  Bir süre daha o zamansızlıkta oyalandı ve sonunda teslim oldu içindeki o ilkel isteğe. Çevirdi başını, aynadan yansıyan görüntüyle göz göze geldi ve o an yine kıstı gözlerini; ışıktan değil, uzaklıktan değil, sadece korkudan.  Bir başkasının “…biliyordum…” dediği bu varlığı aslında kendinin bile “bilmediğini” ve bununla başa çıkacak gücünün bulunmadığını bir kez daha hissetti. Yargıç  yine en acımasız kararını vermişti işte!  Ama her doğrunun bir bedeli vardı elbette , saniyeler içinde ayna kendini binlerce parça halinde yerde uzanırken buldu.
Korkuyordu…
Kendine giden kapıları biraz olsun aralayıp ardında göreceği muhtemel karanlıktan ve şeytanlardan korkuyordu kız. Oraya daha önce hiç girmediğini ve bunun sadece kendi tercihi olduğunu biliyordu. “O gün elbet gelecek” diyerek avutmuştu kendini yıllarca, hep bir elin gelip o kapıyı onun için aralamasını beklemişti sanki; tüm bencilliğiyle, tüm vurdumduymazlığıyla istemişti bunu. Kendi yaşıtları doğru erkeğin gelişini bekaretlerini ona teslim etmek için beklerken o sadece tek bir şeyi umursuyordu; kendine giden yolun o sarmaşıklarla bezeli bronz kapısını aralamasını. Onun bekareti de buydu işte; kendiyle ilgili sırlar, gerçekler, kara delikler hiç el değmemiş bir biçimde duruyorlardı orada. Kendi bile el sürmemişti ki o heybetiyle geri iten kilitli kapıya. Biraz utangaç, biraz  kırılgan ama en çok da bencil bir biçimde beklemişti o adamı. Gelecek ve çözecekti tüm sırlarını, bilinmezliklerin içinde güneş misali parlayan bir fener gibi yol gösterecekti ona, kendi içinde takılıp düşmemesi için.
Düşünceler içinde böylesine kaybolmuşken bir sesle irkildi kız. Açık pencereden içeri serin bir hava sızıyor, beraberinde de ürkütücü bir gümbürtüyü sürüklüyordu. Gök gürlüyordu… Sabahın erken saatleri olmasına karşın hava geceye dönmüş, gün gibi aydınlık gökyüzü kendini kurşuni bulutlara teslim etmişti. İşte, damlalar da yoklamaya başlamıştı evin camlarını. Yağmuru çok sevmesine rağmen gökyüzünü yarıp geçen bu ürkütücü sesten hep korkmuştu kız. Nedense hep de yalnızken yakalıyordu onu bu manzara; özgüvenli ve kibirli görüntüsünün ardındaki o korkak küçük kızı bilircesine.  Ne zaman bu sesten irkilse başvurduğu hileyi yaptı kız; gözlerini kapattı. Göz kapaklarının birer demir kapı olduğunu ve onu her türlü tehlikeden koruduğunu düşünmek  istercesine sıktı gözlerini. O anda bir suret beliriverdi o demir kapıların önünde. Onu gördü! Yüzünü böylesine net hatırlayabildiğine şaşırdı bir an kız. Orada duruyordu  işte; sanki yanı başında gibi, onun nasıl korktuğunu hissetmiş de yanına koşmuş gibi orada duruyordu.” Bu bir mucize”  diye geçirdi içinden kız ve görüntüyü kaybetmek istemiyormuş gibi yavaşça önüne eğdi başını. Tam o anda bir gümbürtü daha geldi kurşuni gökyüzünden, açtı gözlerini istemsizce. Görüntü gitmişti, büyü bozulmuştu. Ama gözlerini açtığında gördüğü şey aslında çok uzağa gitmediğinin kanıtı gibiydi; kız düşünceler içinde kahvesini yudumlarken önünde uzanan bembeyaz kağıda harflerin bürünebileceği en dağınık halleriyle yine aynı cümleyi karalamıştı:
“Seni biliyordum…”

Üçleme




Molloy, koltuk değnekleriyle kent dışında bir çukurun dibinde fiziksel çöküşünün tamamlanmasını beklerken modern insanın metafizik serüvenini dile getirir: 'Çürümek de yaşamaktır...' Yaşlı ve felçli olan Malone, ölüme, 'bedeninin karar vermesini' beklerken yaşamdan elinde kalan tek gücü kullanır: Kendi kendine anlattığı gerçekle düş arası öykülerle, ölüme giden devinimi içinde bilinçsel ben'ini, bedensel ben'inin çöküşüne tanık kılar. Molloy'un koltuk değnekleri gibi, Malone'un da fizik dünyayla ilişkisini ucu kancalı bir sopa sağlar: Her ikisi de uygarlığın yıkıntıları içinde, 'çürüme süreçlerine bir çeşni' katmaktan geri kalmaksızın, koltuk değnekleri ve sopalarıyla, kendilerine yaşamdan ölüme, dilden mutlak sessizliğe giden yolu açmaya çalışırlar.

"sayısını mevsimlere göre azaltıp çoğalttığım yatak örtülerinin içinde çıplak yatıyorum. terlemiyorum hiç, üşümüyorum da.
yıkanmıyorum ama kirlenmiyorum da!"


"aynı deftere, aynı kurşun kalemle yazıyorum kendimle ilgili de. çünkü ben olmaktan çıktı yazdığım, söylemiş olmalıyım bunu daha önce, yaşama yeni başlayan bir başkası o..."

"ölürken, benim düşerken duyduğum acıdan daha azını duymuş olmalıydı.
en azından ölmüştü..."

"yumulu gözlerimin ardında başka gözlerin kapandığını duyumsayacak kadar bir sürede yaşardım. ne kötü bir son."

"üzerimde bozuk para olsa yazı tura atardım. gece uzun, öğüt vermiyor insana, kesin bu. gün ağarana kadar dişimi sıkmalıyım diyorum. bence en doğrusu bu.
güzel düşündüm, çok güzel düşündüm. eğer gün doğduğunda hala hayatta olursam bir karara varırım. uykum geldi. ama cesaret edemiyorum uyumaya... ya ruhumu teslim etmişsem şimdiden?"

"gökyüzü aslında göründüğünden daha uzak değil mi anne, dedim. kötü niyetle sormamıştım, gökle aram kaç mil uzanıyor, bunu merak ediyordum yalnızca.
tam ne kadar görünüyorsa o kadar uzakta, diye yanıtladı...
haklıydı."

"acılarımdan söz etmeyeceğim ,onların en derinlerine gömülmüş, hiçbir şey duyumsamıyorum. orada ölüyorum işte, aptal bedenim ayırdına varmadan. görülen, bağıran ve çırpınan benim budala kalıntım. birbirlerinin farkında değiller. bu karmaşanın içinde bir yerde düşünce çabalıyor ama sonuçsuz çabası. her zamanki gibi beni arıyor olmadığım yerde. o da sakinleşemiyor, rahat bıraksın beni!"


"unutmamak için not alıyorum, her türlü olasılığı göz önünde bulundurarak, gecikmeden kafana iyice geçir şapkanı. ama her şeyin bir zamanı var..."
"gece uzun, öğüt vermiyor insana, kesin bu. gün ağarana kadar dişimi sıkmalıyım diyorum. bence en doğrusu bu. güzel düşündüm, çok güzel düşündüm.

eğer gün doğduğunda hala hayatta olursam bir karara varırım..."


"uykum geldi. ama cesaret edemiyorum uyumaya...ama ya ruhumu teslim etmişsem daha şimdiden? yeter malone..."


"kalbi elimin altında atıyordu, oysa elim kalbinden o kadar uzaktı ki. neyse ki bayır aşağı gidiyorduk. neyse ki şapkamı onarmıştım, yoksa rüzgar alıp götürürdü onu. neyse ki hava güzeldi ve artık yalnız değildim. neyse ki, neyse ki..."

"bu martı gözleri sinirimi bozuyor benim. eski bir gemi kazasını anımsatıyor bana, hangisiydi unuttum..."



Theo Angelopoulos : Anlatıyorum




Her yeni girişim muğlak duyguların yarattığı bir karmaşıklığın da yeniden başlangıcı demektir.
Bastırılıp dizginlenemeyen duygular demektir.
Kendini ifade etmeye çalışmanın baskısı demektir.
Kaybettiklerini ve bulduklarını, sonra tekrar kaybettiklerini ele geçirmek demektir.
İyileşmek…
Benim sonum yine benim başlangıcım demektir.
Sinemayla ilişkim tıpkı bir kabus gibi başlamıştı. 1946 ya da 47 yıllarıydı, tam olarak hatırlamıyorum. Savaş sonrası yıllar. Birçok insanın sinemalara akın ettiği yıllar. Biz, çocuklarınsa gişenin önlerinde oluşan uzun kuyrukların arasından sıvışarak balkonun sihirli karanlığında kaybolduğunu hatırlıyorum. O yıllarda çok film izledim, ama hatırladığım ilk film Michael Curtiz’in oynadığı ‘Kirli Yüzlü Melekler’ filmiydi.
Filmde kahramanın iki muhafızın kolları arasında elektrikli sandalyeye doğru getirildiği bir sahne vardır. Onlar yürüdükçe gölgeleri de duvarda büyür.
Sonra birden bir çığlık duyulur… Ölmek istemiyorum!
‘Ölmek istemiyorum!’ Bu çığlık uzun bir süre rüyalarımdan çıkmadı.
İşte sinema hayatıma böyle girmişti. Duvarda gittikçe büyüyen bir gölge ve bir çığlıkla.
Çok erken yaşlarda yazmaya başladım, yakın tarihin gürültülü ve duygusal olaylarının ben de çalkantılar yarattığı bir dönemde.
1940 yılında savaşın sirenleri.
Alman İşgal Ordusu’nun terk edilmiş Atina’ya girişi. İlk sesler, ilk görüntüler.
Sonra, 1944 yılında İç Savaş. Kıyımlar.
Babamın ölüme mahkum edilişi.
Boş bir alanda binlerce ölünün arasında babamı ararken annemin bana tutunan ve tirtir titreyen elleri.
Çok uzun zaman sonra, çok uzaklardan, ondan bir haber almamız.
Yağmurlu bir günde eve dönüşü.
İlk öyküler. Görüntüyü arayan kelimelerle ilk temas. O zamanlar pek farkında değildim. Nedense uzun zaman sonra anladım, ilk senaryomda bu kelimeleri kullanınca.
Kelimeler şöyle dökülüvermişti, ‘yağmur yağıyor.’
Bizim zamanımızda, Homeros ve eski trajedilerin şiirleri okul müfredatında bir hayli yer alırdı. Eski mitolojiler üzerimize çökerdi ve biz de onların üzerine çökerdik.
Anılarla dolu topraklarda yaşıyoruz, eski taşların ve kırık heykellerin üzerinde.
Bütün çağdaş Yunan Sanatı bu ortak var oluşun izlerini taşıyor.
İzlemiş olduğum yolun, almış olduğum derslerin, düşüncelerimin bütün bunlardan ilham almaması imkansızdı.
Şairin dediği gibi, ‘Bu rüyaya daldıkça, bunlar da rüyadan çıktı. Öyle ki, hayatlarımız bile bir bütün oldu, onları birbirinden ayırmak zor artık.’
Erken yaşlardan itibaren edebiyat ve şiirle olan ilişkim, beni dil, estetik ve modernizm üzerine olan bütün araştırmalara yaklaştırdı.
Daha sonra, 60’ların başından itibaren Paris’te, politik hareketliliğin arttığı günlerde, Aristo’nun dramatik sanat tanımını bir noktaya kadar çürütmeyi başaran Brecht’in epik tiyatrosu benim için bir dayanak noktası olmaya başlamıştı.
Sonra ilk filmlerim, yolculuk, sınırlar, sürgün.
İnsan yazgısı.
Ebediyete dönüş.
Bütün saplantılarım filmlerime girer ve çıkar. Tıpkı bir orkestra enstrümanlarının müziğe girip çıkması, tekrar duyulmak için sessizliğe bürünmeleri gibi.
Saplantılarımızla uğraşmaya mahkum edilmişiz. Aslında tek bir film çekiyoruz, tek bir kitap yazıyoruz. Aynı tema üzerine varyasyon ve fügler.
Film çekmeye başladığımdan beri hep aynı ekiple çalışıyorum. Onlar beni tanıyor, ben de onları tanıyorum. Yıllar geçtikçe de her biri benim ailem oldu. Çalışırken beni çok sık sinirlendiriyorlar, ama onları görmeyince çok özlüyorum. Takıma yeni bir teknisyen dahil olduğunda, sanki her şey ona bağlıymış gibi bir şüpheye kapılıyorum. Yeni gelenlerle çekim planları ve belirsizliklerim üzerine konuşuyorum.
Bunca yıl geçti ama hala aynı heyecan, aynı belirsizlik, bizi bir araya getiren aynı istek, nefeslerimizi tutarak çekimin bitmesini beklemek.
Seyahatler, gidişler, başıboş dolaşmalar.
Bir araba, fotoğrafçı bir arkadaşım sessizce arabayı sürüyor ve yollar.
Sık sık hayatta kendimi dengede ve huzurlu hissettiğim yuvanın, arkadaşımın kullandığı arabada yanında oturmak olduğunu düşünürüm. Açık pencere, geçmişe giden manzara.
Görüntüler işte bu yolculuklarda doğar, not tutmak zorunda kalmam. Silüetleriyle beraber doğarlar, kendi renkleriyle, kendi tarzlarıyla, hatta çoğu zaman da kendi kamera hareketleriyle, kendi estetik dengeleriyle ve ışıklarıyla.
Yüzlerce fotoğraf bellek görevini görür, ama film çekilmeden de hiçbir şey bitmez. Filmin çekimleri esnasında her şey yeni gerçekliğine dayandırılarak yeniden üretilir.
Oyuncular, talihli ve talihsiz beklenmeyen olaylar, ani fikirler.
İlk filmimi yaptığımdan bu yana neredeyse otuz yıl geçmiş. Eliot’tan alıntı yaprak söyleyebilirim ki:
‘İşte buradayım, yolun yarısında.’
Tarihin öfkesiyle yıllarım geçti.
Hala görüntüleri nasıl kullanacağımı öğrenmeye çalışıyorum.
Her teşebbüsüm yepyeni bir başlangıç ve bir çeşit de başarısızlık.
Başarısızlık, çünkü yalnızca kendimizi ifade etmek zorunda kalmadığımızda öğrenmişiz demektir.
Dolayısıyla her yeni girişim muğlak duyguların yarattığı bir karmaşıklığın da yeniden başlangıcı demektir. Bastırılıp dizginlenemeyen duygular demektir. Kendini ifade etmeye çalışmanın baskısı demektir.
Kaybettiklerini ve bulduklarını, sonra tekrar kaybettiklerini ele geçirmek demektir.
İyileşmek…
Benim sonum yine benim başlangıcım demektir.”

26 Eki 2011

Babazula Babasiz Kizlar Balosu

 


"bu davette topuğunuzun ya da kanadınızın
Biri kırık olmalı
Bu şartı yerine getirmeyenler
Kırık ön dişler ya da deşik ciğerlerle de
Katılabilirler"

Uzun hazırlıklardan geçtik biz
Uzakdiyarlara uçtuk: başka çaremiz yoktu

Babasız kızlar korosu:
Babamız bizi sevmedi
Çirkiniz! çirkiniz!
Zır deliyiz. güzeller güzeli şüphe
Kır kalbimi, alışığım ben
Yeşil gözleri babamın: gözleri zehirli yosunlardandır
İnce ince proje dokur, gürcü soğuk ve mağrur
Babamı hiç görmedim - ki onca yıldır

"bu baloya davetli kızlar
Babalarının cenazesinde bulunmayacaklar"

Niye seveyim seni
Babalarının terk ettiği kızlar, kötülüklerinde cömert
Aşklarında hazin ve güvenilmezdirler

Babasız kızlar korosu:
Babamız bizi sevmedi
Öyle birşey koptu ki içimizde
Bütün kötü kadınlar bizden sorulur
Kaçmayı biliriz biz en iyi
Ey cesur! ey sevgili! sıkıysa bak gözlerime
Taşa çeviririm seni, mum gibi eritirim
Çocukluk acıları pazılarımdır benim
Ah ben ne güçlü ne unutkanım bilemezsin.

"balomuz gece yarısını geçe başlayıp
Canımız isteyince biter"

Kandırdur arabalarıyla dolanmayız biz
Cam kırıklarında dans etmek varken
Babasız kızlar korosu:
Küfredip kavga çıkarırız
Çirkiniz! çirkiniz! çirkiniz
Babamız bizi sevmedi
Cümlenizin hakkından geliriz
Yaralarımıza şap dökerek büyüttük kendimizi
Göçebeyiz; talan eder tüyeriz
Hayat, baskınımıza mazur bir davet yeridir
Arka kapıları tekmeler içeri gireriz
Yaklaşma yakarım, dumanını üflediğim gibi
Keyfime bakarım

Ön kapıdan ve sırayla
Buyrun kibar hanımlar beyler
Babanız sizi sevdi de ne oldu?
Korkak, kör ve bok gibisiniz.

Sen acının sınırları olduğuna inanır mısın?



Bu gece de yağmur yağıyor.. yağip yağmamakta kararsızlık çekiyor, her damla kendisi adına özür diliyor. Bana biraz daha mutsuz olmamı ve kendim adına özür dilememi fısıldar gibi.. ben de yazıyorum. Yalnızım.. Oysa bu gece o kadar etkilenmiyorum yağmurdan, ağlamıyorum çünkü. Bu gece hiç kimse ağlamıyor.

Ancak sen ilgilendiğinde kanamaya başladı yaralarım, oysa hep oradaydılar. Biliyorum sen dokunmadın bile yaralarıma, sadece baktın, şöyle bir an, gözucuyla.. Başını kitaptan kaldirip, kendini çağıran sese cevap veren biri gibi. “Ne var?”.. Bir ilgisiz bakış, ama bana sunulmuş o tek bakış, hiç görülmemişi ortaya çıkarmaya, gizli kalmış kanı akıtmaya yetti.

Bana bir zamanlar verdiğin sevgi, benim de hiç çekinmeden aldığım, sonsuzmuşçasına, korkusuzca eriyip gitti, bir çocuğun elinde korumaya çalıştığı gizemli, mucizevi bir kar tanesi gibi. Geride kalan anlamsız bir ıslaklık işte. Sevişme sonrasında yatakta kalan ıslaklık gibi, göze çarpmayan, kolaylıkla birakilip gidilen, yalnızlığın ayrıntısından başka bir şey değil.

Bu gece, yüreğimde tutsak bir kuş, kafesine çarpa çarpa yaralar açıyor vücudunda.. Sergio gitti ve içimdeki tutkuyu öldürmek bir kuşu öldürmek kadar kolay ve olanaksız oldu.

Sen acının sınırları olduğuna inanır mısın? O zaman belki de bu yağmurun son yağmur olduğunu da düşleyebilirsin…

a.erdoğan

Nasıl Adlandırmalıyım Kendimi...



Ağaçtım bir zamanlar, yerimden ayrılamazdım,
Sonra bir kuş olup, kanat çırptım özgürlüğe
Bir hendekte bulunduğumda, bağlanmış her yanım
Kirli bir yumurta çatlayıp saldı beni enginlere.

Nelere dayanmıştım, unuttum epeydir
Nereden geldiğimi ve gittiğim yeri
Eski efendilerim acaba hangi bedenlerdir
Sert bir diken ya da kaçan bir ceylan belki.

İsfendiyar dallarının dostuyum şimdi
Oysa yarın bir günahı paylaşabilirim gövdeyle
Ne zaman başlamıştı suçluların valsi
Beni yüzdüren, bir tohumdan ötekine?..

Oysa hala bir şarkı sanki içimde, başlamak
-ya da tükenmek- ve kaçışımı engellemekte
İstediğim bu günahın okuna hedef olmamak
Saklanmışçasına vahşi ördeklerde ve kum tanelerinde

Belki tanıyabilirim günün birinde suretimi
Bir güvercinde, yuvarlanan bir taşta…
Bir kelime eksik!.. Nasıl adlandırmalıyım kendimi,
Mecbur kalmadan bir başka dile sığınmaya…

Yitiksiz



Sabaha karşı oturup ağladınız
Ama mesela şimdi ben
Ne aradığımı bilmiyorum

Sabaha karşı oturup ağladınız
Çünki sizin aşkınız vardı
Kurumuş çiçekleriniz vardı
Aşina yıldızınız gökte
Oturup çok çok ağladınız
Ağlayıp iyi ettiniz
Size imreniyorum çünki
Çünki ölümsüz gibiyim yalnızlığımda
Çünki yalnızlığımda öyle güzelim

Üç beş kalem insan gelip geçtiler
Benim aradığımı bulup geçtiler
Biliyorsunuz bu dünya bana yetmez
Biliyorsunuz bütün kapıları omuzladım
Kimini açtım kimini açamadım
Bütün gemileri dolaştım limanlarda
Hepsi rıhtımlara bağlıydılar
Bütün adalar vakti yitikti
Sabaha karşı oturup ağladınız
Çünki siz bulup da yitirdiniz

Ben yitirmem bir bulsam
Büyük kayaları üst üste korum
Ama biliyorsunuz her şey gelip geçicek
Süslü kadınlar gibi oymalı arabalarda
İki vakit arasında sessiz bir çiçek
Bir dökülecek bir açacak
Sonunda cılız köprülerin öte başında
Bir benim bulamadığım kalacak

Sabaha karşı oturup ağladınız
Ama mesela şimdi ben
Ne aradığımı bilmiyorum.

Aklını yitiren kadın



İçimde büyüttüğüm acı
tamamlandı
çalsın şimdi valsler
mumlar hüzün aksın
hazırım
eski bir konakta
aklını yitiren kadının olmaya.

içimde büyüttüğüm acı
tamamlandı
geçsin şimdi trenler
raylardan gece damlasın yüzüme
hazırım
uzak bir şatoda geceleri dolaşan
kadının olmaya.

içimde büyüttüğüm acı
tamamlandı
geçsin şimdi aramızdan
porselen sesleri ve kahya
dışarıda yağmur gümüş ve barok yağsın
hazırım.. rımm.. mm
bu uzun masada, uzak
kadının olmaya.

içimde büyüttüğüm acı
yanıltıyor.

25 Eki 2011

Bilginler Üstüne…



Ben uykudayken, koyunun biri başımdaki sarmaşık çelengini kemirmiş… Kemirmiş de demiş: Zerdüşt artık bilgin değil…

Böyle demiş gururla uzaklaşmış… Bunu bana çocuğun biri anlattı…

Ben burada, çocukların oynadığı yerde, yıkık duvarın dibindeki devedikenleriyle kırmızı gelincikler arasında yatmayı severim…

Ben çocukların, devedikenleriyle kırmızı gelinciklerin gözünde bilginim daha… Hınzırlıklarında bile suçsuzdur onlar…

Ama koyunların gözünde artık bilgin değilim: Böyle ister yazgım… Övüşler olsun yazgıma!..

Çünkü gerçek şudur: Bilginler evinden ayrıldım ve kapıyı çarptım arkamdan…

Gönlüm pek aç kaldı onların sofrasında: Onlardakine benzer, ceviz kırar gibi bilgi araştırma ustalığı yok bende…

Özgürlüğü ve taze toprak üstündeki havayı severim ben… Onların saygı ve değer vermeleri üzerinde uyumaktansa, öküz derisi uyurum daha iyi…

Pek kızdırır, yakar beni düşüncem: Sık sık soluğumu keser neredeyse… Açık havaya çıkmam, bütün tozlu odalardan uzaklaşmam gerekir derken…

Oysa onlar serin gölgede, serin serin otururlar… Her şeyde salt seyirci olmak isterler ve güneşin basamaklar üzre yandığı yerlerde oturmaktan sakınırlar…

Sokakta durup gelip geçene bakanlar gibi, öyle bekler onlar da, başkalarının düşüncelerine bakarlar…

Onları elle tutayım desen, un çuvalları gibi toz bulutu kaldırırlar havaya istemeden… Ama kim der ki onların tozu, tahıldan ve yaz tarlalarının sarı sevincinden gelir?..

Bilgelik tasladılar mı, o küçük özdeyişleri, gerçekleri dondurur beni… Bilgeliklerinde öyle bir koku vardır ki, bataklıklardan geliyor sanırsınız… Gerçek bu bilgelikte kurbağa sesleri bile işitmişsinizdir!..

Beceriklidir onlar, usta parmakları vardır… Benim yalınlığım onların karmaşıklığı yanında neylesin?.. Her türlü iplik geçirmekten ve örmekten ve dokunmaktan anlar parmakları… Böyle çorap örerler ruhun başına!...

İyi birer saattir onlar: Yalnız doğru kurmaya bakmalı!... O zaman yanlışsız gösterirler vakti, bu arada da hafif bir ses çıkarırlar…

Değirmen taşı gibi çalışır onlar, ve havan eli gibi… Siz onlara tahıl taneleri atın, yeter!... Taneleri ince övütüp ak toza çevirmeyi iyi bilirler…

Birbirlerini pek yakından ve kuşkuyla gözetlerler… Küçük kurnazlıklarda buluşları vardır… Bilgileri aksak ayaklar üzre yürüyenleri beklerler, örümcekler gibi beklerler…

Onları hep özenle ağı hazırlarken gördüm… Bu işi yaparken hep camdan eldivenler takıyorlardı ellerine…

Hileli zarlarla da oynamayı bilirler… Öyle ateşli oynadıklarını gördüm ki, terliyorlardı…

Biz birbirimize yabancıyız… Onların erdemleri yapmacıklarından, hileli zarlarından daha iğrenç gelir bana…

Ve birlikte yaşarken, üstlerinde yaşadım onların… Bana hınç bağladılar bu yüzden…

Başları üstünde birinin dolaştığını işitmek istemezler… Onun için başlarıyla benim arama tahta ve toprak ve moloz doldurdular…

Böyle boğdular ayak seslerimi… Ondan sonra beni en az işiten, en bilginler oldu…

İnsanlığın bütün eksiklikleriyle zayıflıklarını kendileriyle benim arama koydular… Buna “uydurma tavan” diyorlar evlerinde…

Ben yine de, düşüncelerimle onların başları üstünde dolaşıyorum… Kendi yanlışlarım üzre dolaşsam bile, üstünde olurum onların ve başlarının…

Çünkü insanlar eşit değildirler… Böyle buyurur doğruluk… Ve benim istediğimi onlar isteyemezler!..

Böyle Buyurdu Zerdüşt…

Huzursuzluğun Kitabı



Hiç değişmeyen, her anı aynı yoğunlukta akan bir hayatta, içine gömülü olduğum durgunluğu bir temizlik kusuru, değişmezliğin yüzeyine yapışmış bir kir ya da toz olarak değerlendirebilirim ancak.

Bedenimizi nasıl yıkıyorsak, yazgımızı da yıkayabilmeli, çamaşır değiştirir gibi hayat değiştirebilmeliydik-yemek yediğimizde ya da uyuduğumuzda olduğu gibi varlığımızı sürdürmek için değil, tam olarak temizlik adı verilen, bizden doğup ayrılmış olan saygılı davranış bunu gerektirdiği için.

Pisliği bir irade sorunu gibi değil, aklın bir umursamazlığı olarak yaşayan insanlar vardır; çoğu insan ise, özgürce aldıkları bir kararla ya da istemedikleri bir dünyaya boyun eğmeye razı oldukları için değil, kendi kendilerini anlama yetenekleri gerilediği için, bilgiyle alay etmeyi öğrendikleri için tekdüze, silik hayatlar sürerler.

Kendi pisliğinden iğrenen ama o pisliği temizlemeyen domuzlar vardır; dehşete kapılmış insanın kaçmamasına neden olan da işte bu duygunun aşırı halidir. Yazgısının domuza çevirdiği, kendi güçsüzlüğünün çekimine kapılmış, bundan dolayı günlük hayatının sıradanlığından kurtulmayan insanlar vardır, benim gibi. Olmayan yılandan büyülenen kuşlardır onlar; dünyayı gözü görmeden bir ağaç gövdesine tutunup bekleyen, en sonunda bukelamunun iğrenç diline yapışan sinekler.

Ben de bilinçli bilinçsizliğimi, sıradan hayat ağacımın gövdesinde ağır ağır gezdiriyorum. Yazgımı yerinden oynattıkça yürümüş oluyorum, ben ilerlemediğime göre, ilerleyen o; adım adım gitmeye devam eden zamanım için de durum aynı; çünkü ilerleyen gene ben değilim. Tekdüzelikten kurtulmak için tek çarem, hakkında yaptığım bu kısa yorumlar. Tek avuntum, hücremin parmaklıklarının arkasında bir cam olması-her gün, ölümle hesaplaştıktan sonra, cama, kaçınılmazlığın tozuna adımı büyük harflerle yazarak imzamı atıyorum.

Ölümle mi atıyorum imzamı ? Hayır, ölümle bile değil. Benim gibi yaşayan bir insan ölmez: Biter, solar, bitkisel hayata girer. Bulunduğunuz yer varlığını sizsiz sürdürür, geçtiğiniz sokak görünmez olduğunuz halde yaşar, içinde yaşadığınız ev, siz olmayan sizi barındırır. Hepsi budur ve biz buna hiçlik deriz, ama bu hiçlik tragedyasını bile oynayamaz, alkışlayamayız, çünkü gerçekten hiç olduğuna bile emin olamayız; biz ki hem hayatın, hem de gerçeğin içinde biten otlarız, biz ki camların hem içine hem dışına biriken tozlarız, biz ki Yazgı’nın torunları, Tanrı’nın evlatlarıyız, Tanrı sonsuz Gece’yle evlidir ve o da hepimizi doğurmuş olan Kaos’un duludur.

Elime Tutun



“Elimi tut, elime tutun, elimden tut, elimde tutkun. Eski bir oyun, belki de karşı sedire vuran güneşin açısı bir an zihnimin ulaşılabilir bir yerine getiriyor onu. Kelimelerle düşünülmez gerçi. Ama kendi kendine konuşuyorsan o zaman başka. Her mübalağa mübahtır o zaman , bütün süsler, bütün gülünçlükler, bütün duygusallıklar, bir ismin bütün takıları.Her sabah bir vapura binip karşı kıyıya geçerken, her akşam bir vapura binip bir kıyıya dönerken. İçimde bir ses akıp gidiyor böyle, hep seninle konuşan, hep sana konuşan.”

Sayfa:5

“…İmgeleri soğutup bayatlamalarını engelleyen bir buzdolabı gibi kullanırdık oyunları. Gülmezdin oynarken ama seni çok rahatlatırdı. Neden? Belki de hiçbir şey sana gerçek anlamda rahatlık veremediğinden bu tür oyunlarla içini dindirmek isterdin. Şahsi olmayan her konuda canlanırdı dilin. Anlık bir huzur, bir bardak suyun izlediği yoldaki serinlik kadar, görmek istemediğin kaçınılmaz bir şeyin karşısında bir an gözlerini kapamak kadar, şöyle bir yüzüp gelmek kadar… hayatın sesinin boğulduğu uyanık rüya anları. Aslında oyun çok kolaydı; başlamak için tek şart, farkında olmadan uzun süredir acı çekiyor olmaktı. Yoksa hiç keyif vermez, keyifli bir tarafı yok aslında.”

Sayfa:6

“Bazen geri çekilmek gerekir,gözlerden düşmek, kapanmak,susmak. Dipten de derin bir yere vurur insan, ah bir delirsem de dinse der ama delirmek kolay değil. Bir imtiyazdır aklın yönetmediği dünya. Akla kendiliğinden karşı çıkmak, isyan etmek, onu hükümsüz kılmak kimsenin takdir etmediği bir imtiyazdır. Delilik sırf mümkün olduğu için irkiltir insanı. Mümkündür ve gündeliğin , normalin, olağanın,-ması gerekenin gelip tosladığı bir duvardır. Yaklaştığını geriletir,sersemletir,üzer. Ne lüzumsuz.

Kimi zaman geri çekilmek gerekir;saçaklı ayaklarını bir anda kabuğuna toplayan bir deniz yaratığı gibi kapanmak. Ama geri çekilmek öğretilmez hiçbir çocuğa. Batmaya dirensiz diye büyütülür her çocuk. Ben de bir çocuktum, ben de büyütüldüm ve şimdi nasıl batacağımı bilemiyorum. Direnmek nasıl bırakılır?”

Sayfa:28

“…sonrasını bildiğim bir şey nasıl değişmeden kalabilir ki aklımda? O sonra her şeyi bir çerçeve gibi kuşatmışken kendi eklediklerimi gerçekten meydana gelmiş olanlardan nasıl ayırabilirim? Gerçek hep değişmek zorunda; aynı zamanda bükülmeye,bel vermeye, çoğalmaya, dönüşmeye rağmen hep aynıymış izlenimini vermek zorunda. Hayalin hep aynı bende çünkü üzerine yeni senler katıp değiştirmiyorsun onu. Sadece soluyor,yer yer eriyor, kimi yerler boşluktan ibaret bir hortlak gibi. Demek değişmiyor, sadece eksiliyorsun,unutuşla. Eksilmek de değişmektir belki ama.

Sen yoksun ve değişiyorsun, ben varım ve hep aynıyım. Beni de değiştir. Belleğine bile ulaşamayacak bir halde değilsen yapabilirsin bunu. Zihninde başka birine dönüşebilirim , eksilebilir ya da artabilirim.İşsiz , parasız, aç , açıkta kalmaktan , delirmekten, sürünmekten,yapayalnız , kimsesiz olmaktan korkmayabilirim. Fırtınada, içindeki insanları daimi bir batma ihtimaliyle diken üstünde tutan vapur gibi her dalganın en derin yerine burnumu sokabilirim. Ne sıkıcı, hayat karşısında güçlü olmak ve cesur. Sadece yaşayabilmek için her şeyi kontrol altına almak iğneden ipliğe.”

Sayfa:40-41

“…

Ne fark eder ki? Kime ne ispatlamaya çalışıyorum? Sana söylemek istediklerimi kimseye söyleyemezdim ki; bana söylemek istediklerini sen de kimseye söyleyemezdin zaten. Yine de en azından birbirimize söyleyebilmek iyi olurdu. Hislerin kesif sıcağından uzaklaşıp birbirimizi kelimelerle serinletmek.”

Sayfa:45

“-Ölüm hala en güvenilir ağrı kesici. Kendi acını başkalarının acılarına tercih ettiğin anda iş bitiyor.”

Sayfa:45

“.. yaşamından çekip giden biriyle konuştun mu hiç? tek başınasındır ama yine de mümkün oldukça yüksek sesle konuşursun. Mesela böyle vapurda değil de evdesindir; uykun kaçmıştır; yatakta yatmaktasındır. Yokluk döşeğin altından batmaya ve her yerini acıtmaya başlamıştır. yokluğun despotluğuyla savaşıp yok-kişiyi tekrar var etmeye çalışırsın. Karanlıkta kendi sesin duyulur. Konuşma sadece başkaları için girişilen bir edim olduğundan tek başına yapıldığında yeterince gariptir zaten. Bir de gecenin sessizliğinde , kendine ait değilmiş gibi yabancı yabancı tınlayan sesinin tuhaflığı eklenir buna; ama niyetin o yokluğu ortadan kaldırmaktır ya konuşmaya devam edersin.bu konuşma başlangıcı önceleri biraz avutur gibi olur insanı ama sonra hadisenin sadece bir monolog olduğu artık iyice seçilmeye başlar ve yokluğun yarattığı yalnızlık hissine bir de tek başına konuşmanın yalnızlığı eklenir. Bir şeyleri paylaşıyorum sanırken, dışına attığın o şeylerin orada bir kat daha ağırlaşıp sana döndüğünü fark edersin. Yokluk koyulaşır. Karşındaki kişi iki kere yoktur artık. Bir , zaten fiziksel olarak orada olmadığı için, bir de böyle gıyabında konuşmakla onu bir daha asla göremeyeceğini kabullendiğin için. Susmak da çözüm değildir. Yenilgiyi hepten kabullendiğini hissedersin. Son bir toparlanma harekatıyla kendini gevşetmeye, koyun saymaya, uyumaya ve unutmaya çalışırsın. Ama uyku, insanların başına , sadece istenmediği ve düşünülmediği zaman musallat olan bir şeydir. Arzulandığı ölçüde kendini çeker. Yatak çok ısınmış, sen de çok terlemişsindir; biraz serinlemek için yorganı açtığında tenin üzerinde buz keser, hemen örtünürsün ama bu sefer de terinin ekşi kokusu gelir burnuna. Uykuyla uyanıklık arası denilen o iğrenç bölgede , ikisine de sahip olamadan eylemsizce dönüp durmaktan başka çaren yoktur. Hepsi bu.”

Sayfa:61-62

Elime Tutun, Aslı BİÇEN, Metis Yayınları, 2005

Tramvay Durağı'ndan alıntılanmıştır.

Tehlikeli Oyunlar’dan



Ülkemizde dağ vardır, ova vardır, akarsu vardır, tepe vardır, girintili çıkıntılı kıyılar vardır, çakıl parçalarına ve kuşlara benzeyen göller vardır, ağzını açmış sivri burunlu ve kuyruklu bir kurbağaya benzeyen bir iç denizimiz vardır, yeşil düzlükler ve kahverengi yükseltiler vardır. Bu görünüşüyle ülkemiz, ilk bakışta, başka ülkelere benzer. Bu bakış, kuş bakışıdır. İlkbaharda ülkemiz yeşillenir; sonbaharda eski bir harita gibi sararır, solar. Satırbaşı.

Ülkemizde tarım ürünleri yetişir. Kuru üzüm ve incir yetişir. Önce ıslak yemişler yetişir. Onları, güneş olan yerlerde kurutarak kuru yemiş yetiştiririz. İngiltere’ye göndeririz, onlar da bize gerçek gönderirler. Gerçek tohumları gönderirler. Biz, o gerçeklerden, kendimize göre gerçekler yetiştirmeye çalışırız. Son yıllarda, kuru üzüm ve incirin yanısıra, köylü de göndermeye başlamışızdır. Bu köylüleri, önce şehirlerde biraz yetiştiririz; tam olgunlaşmadan (yolda bozulmasınlar diye) başka ülkelere göndeririz. Onlar da bize döviz gönderirler. Halk müziği göndeririz; şoför plağı gönderirler, aranjman gönderirler. Azgelişmişülke göndeririz; yardım gönderirler. Zelzele, toprak kayması, sel felaketi haberleri göndeririz; çadır ve heyet gönderirler. Asker göndeririz; teşekkür gönderirler. Binbirzorluklayetiştirdiğimizdeğerler göndeririz; dışülkelerdeçalışanyabancılaristatistiği gönderirler. Gerçekinsanlarımızı göndeririz; bizeordanmektup gönderirler

her şey kendinin âhı






toprak

taş

duvar.

topragi ve taşı

göğe taşıyan duvar

biliyor

kulelere cevabı yok göğün,

sonsuzluk ay gibi

esirgiyor kendini dunyadan.

24 Eki 2011

"kilisede düşürdüğümüz küldü yaşamak"



"Hayat bir simülasyondur" diyor Jean Baudrillard. "Ne kadar az bilirsen o kadar çok kızarsın" diyor Bertrand Russell. "Şimdiki hükümetimiz bize birlikte yaşamayı öğretiyor" diyor Serdar Ortaç. "İyi olmak kolaydır, güç olan adil olmaktır" diyor Victor Hugo. "Fenerbahçe'nin ligde yediği son dört golün üçü hakem hatası" diyor Rıdvan Dilmen. "Beyim sana iki çift lafım var" diyor Yaşar Usta, "O laflar boy boy, seni si.." diye devam ediyor mahallenin bıçkın ergeni Salih. "Çağımız bir görüşler çağıdır" diyor Ulus Baker. "Serap çekil televizyonu göremiyoruz" diyor babam. "Büyük insanlar, tüm acılara şikayetsiz katlanırlar" diyor Friedrich von Schiller. "Acı var mı acı" diye soruyor Reha Muhtar. "Kendimizi zorbayken yakaladık" diyor Yıldırım Türker. "Oğlum üstüne bir şeyler giy" diyor annem. "Üşüdüm üstümü örtsene anne" diyor Zeki Müren. "İnsan samimiyetinin altını çizince, ister istemez üstünü de çiziyor" diyor Murat Menteş. "Playliste bi el atsana" diyor Onur'a Onur, "Çıkaralım bütün şarkıları cebimizden" diyor Devrim Dirlikyapan. "Keşke yüzümü de tarayabilseydim" diyor Charles Bukowski, haliyle "Tipimi sikeyim" diye yanıtlıyor onu Umut Sarıkaya. "Ben, bir başkasıdır" diyor Arthur Rimbaud. "Cehennem başkalarıdır" diyor Jean-Paul Sartre. "Kriz bizi teğet geçti" diyor Recep Tayyip Erdoğan, "Tanrı her zaman geometri ile çalışır" diyor onların Eflatun'u. "Yaşına başına bakmadan morlar giyinen bir kadına asla güvenme diyor" Oscar Wilde. "Kadınları anlamaya çalışacak kadar aptal olmadım" diyor Boris Vian. "Yaşamın, yapılmayan olarak kalacak" diyor Oruç Aruoba. "Protest müziğin kralı benim" diyor Emrah Dinçer, "Mümkün mertebe uzaya git" diyor Erdener Abi.

"Seni seviyorum" diyor biri bir gün, "Peki bu bilgi gerçek hayatta ne işime yarayacak" diyorum ben.


Ev

22 Eki 2011

Uçan Spagetti Canavarının Kutsal Kitabı



Uçan Spagetti Canavarı Kilisesi, ABD'de Kansas Eyaleti Eğitim Kurulu'nun, okullarda evrim teorisine alternatif olarak evrenin "akıllı bir tasarımcı" tarafından yaratıldığı argümanının da öğretilmesi yolundaki kararını protesto etmek amacıyla kurulmuş bir parodi-dindir. Karar üzerine Bobby Henderson, Kurul'a bir mektup yazarak, evreni Uçan Spagetti Canavarı'nın yarattığına ilişkin kendi teorisinin de "akıllı tasarım" argümanı kadar geçerli olduğunu, dolayısıyla okullarda öğretilmesi gerektiğini belirtmiştir. Henderson'ın gerek kendi mektubunu gerekse kurulun cevabını şahsi internet sitesinde yayımlaması üzerine Uçan Spagetti Canavarı Kilisesi hızla popülerlik kazanıp tüm dünyada pek çok müride kavuşmuştur. Bu eğlenceli din için bir kutsal kitap yazmayı da ihmal etmeyen Henderson, Uçan Spagetti Canavarı'nın Kutsal Kitabı'nda Kitabı Mukaddes'e açık göndermeler yapmıştır.


Aşağıdaki Sekiz "Yapmazsanız Çok Memnun Olurum", On Emir'in parodisidir. Kutsal kitaba göre Uçan Spagetti Canavarı, Korsan Kaptan Mosey'ye on taş tablete yazdığı öğütlerini göndermiş, fakat tabletlerden ikisi dağdan indirilirken kırılarak geriye sekiz tanesi kalmıştır.

1. İlahi Eriştevi Şahsımdan bahsederken, "en dindar benim" diyen dangalak sahte sofular gibi davranmazsanız çok memnun olurum. Bazı insanlar bana inanmıyorsa, sorun değil. Cidden, o kadar da kibirli değilim ben. Üstelik bu onlarla ilgili değil, konuyu değiştirmeyin.

2. Varlığımı başkalarına zulmetmek, onları baskı altına almak, cezalandırmak, bağırsaklarını deşmek ve/veya, ne bileyim, onlara kötü davranmak için kullanmazsanız çok memnun olurum. Kendinizi ya da başkalarını kurban etmenizi beklemiyorum, ayrıca saflık içme suyu için geçerli bir niteliktir, insanlar için değil.

3. İnsanları görünüşlerine veya kılık kıyafetlerine, konuşma biçimlerine ya da... neyse işte, neticede kardeş kardeş oynayın, tamam mı? Ha, bir de şunu o kalın kafalarınıza sokun: Kadın = insan. Erkek = insan. Aynı yani. Biri öbüründen daha iyi değil, tabii mevzubahis moda olmadığı sürece – çünkü üzgünüm ama modayı kadınlara ve camgöbeğiyle fuşya arasındaki farkı bilen erkeklere vermiş bulunuyorum.

4. Size ya da ruhen ve bedenen rüşte ermiş gönüllü partnerinize yakışıksız gelen davranışlarda bulunmazsanız çok memnun olurum. İtirazı olanlara tabiri caizse "Sittirin" diyeceğim, ki bunu yakışıksız bulmaları halinde televizyonu bir zahmet kapatıp değişiklik olsun diye yürüyüşe falan çıkabilirler mesela.

5. Başkaları hakkında bağnaz, kadın düşmanı, nefret dolu fikirler besleyenlere aç karnına kafa tutmazsanız çok memnun olurum. Önce yemek yiyin, pezevenklerin peşine sonra düşün.

6. İlahi Eriştevi Şahsım adına milyonlarca dolarlık kiliseler, tapınaklar, camiler, mabetler inşa etmezseniz çok memnun olurum. O parayı şu işlerden birine harcamanız çok daha iyi (istediğinizi seçin): A. Yoksulluğa son vermek. B. Hastalıkları tedavi etmek. C. Barış içinde yaşamak, tutkuyla sevmek ve kablolu televizyonun ücretini azaltmak. Kompleks karbonhidrattan oluşan âlimi mutlak bir varlık olabilirim, ama hayattaki basit şeylerden keyif alıyorum. Bir bildiğim vardır herhalde. BEN yaratıcıyım ne de olsa.

7. Sağda solda insanlara sizinle konuştuğumu söylemezseniz çok memnun olurum. O kadar ilginç değilsiniz. Aşın artık bunları. Size diğer insanları sevmenizi söyledim, jeton düşmedi mi hâlâ?

8. Şayet ziyadesiyle deri / kayganlaştırıcı / alengirli zımbırtının dahil olduğu taraklarda beziniz varsa, başkalarına size davranılmasını istediğiniz gibi davranmazsanız çok memnun olurum. Ama şayet karşı tarafın da o taraklarda bezi varsa (bkz. Madde 4), o zaman tadını çıkarın, resim çekin ve n'olursunuz PREZERVATİF kullanın! Filvaki, bu dediğim bir lastik parçasından ibaret. Neticede O İŞİ yaparken zevk almanızı önlemesini isteseydim alete diken falan eklerdim.


Tavsiye ederim çok eğlenceli bir kitap :)

Yerine Gelmiş Dilekler



Maddeni senden alacağım; vücudunun tüm ağırlığı yok olsun ve geriye yalnızca şekli kalsın. Sana bir de bilmece veriyorum; bu bilmeceyi çözdüğün an vücudunun maddesi ve ağırlığı geri gelecek. 

Bilmece şöyle:
 
Yitir kendini
Bütünüyle bende
Kendini bulursun yine -
Ben senin daha iyi Ben`inim
Yine de asla ben değilim
Yakala beni - sen!- yoksa kaçarım yine."

Öldürmeyeceksin



“Öldürmeyeceksin, sözü, başkasının canını yakmayacaksın gibi bir anlam içermez. Bu söz, ‘Kendini başkalarından yoksun bırakma! Kendi kendine zarar verme!’ gibi bir anlam taşır.”

“Eline tutuşturulmuş silahla ateş edip düşmanları öldüren bir askere, aslında her zaman, toprağı elden geldiğince iyi bir şekilde ekip biçen köylüden daha büyük bir vatansever gözüyle bakılır, çünkü köylünün yaptığı için yararını yine kendisinin gördüğü düşünülür. Ve ne acayiptir ki, bizim çapraşık ahlak anlayışımızda bizzat sahibine iyiliği dokunup yarar sağlayan erdem kuşkuyla karşılanır hep.”

“Barış bir idealdir, barış dile gelmez ölçüde karmaşık bir neşedir; şöyle bir üflemek canına okumaya yeter. Birbirine muhtaç iki insanın bile gerçek barış içinde yaşamaları seyrek karşılaşılan bir olaydır, üstesinden gelmek ahlak ve düşün alanındaki diğer bütün uğraşlardan daha güçtür.”

“Henüz insan aşamasına ulaşmış değiliz, yalnızca insanlığa giden yolun üzerindeyiz.”

“Savaşları karıncalar da yapar, devletleri arılar da kurar, servet ve zenginliğe hamsterlarda da rastlanır. Ama senin ruhunun izleyeceği yol başkadır, ruhunun hakkı yendi de onun zarar görmesi pahasına başarılara kavuşacak oldun mu, mutluluk çiçeklerini asla koklayamazsın. Çünkü ‘mutluluk’ denen şeyi ancak ruh duyumsayabilir, ne akıl, ne karın, ne kafa ne de para cüzdanı…”

“Küçük denilen ozanlar vardır. Yapıtlarında dünya tarihine ilişkin büyük ve güçlü bir tek konuya yer vermemiş, sorunlarıyla birlikte insanlığın nereden geldiğini, nereye gittiğini zerrece kendine yer edinememiş, hep küçük yazgıların, sevgi ve dostluk duygularının ölümlülükte saklı yatan hüznün, kırların, bayırların, hayvanların, şakıyan kuşların, gökyüzündeki bulutların şarkısını çağırmış, bizim tarafımızdan pek sevilip tekrar tekrar okunmuşlardır. Doğrusu bunların pek olağanüstü şeyler söylememiş, öyleyken bizim sevgimizi kazanmış bu sade ruhlu insanların, bu alçakgönüllü ozanların sanatçılar arasındaki yerini ve değerini saptamak hiçbir zaman kolay olmamıştır.”

 

“İnsanların çoğunluğu aynı inatçılığı göstermiş olsaydı, dünyanın çehresi değişirdi. İnatçılıkla donanmış insan, para ya da güç peşinde koşmaz. Uğrunda insanların her türlü eza ve cefayı birbirlerine reva gördüğü, hatta sonunda birbirlerini kurşunladıkları para, güç ve diğer bütün nesneler, kendi kendini bulmuş bu inatçı insan için fazla değer taşımaz. Onun baştacı ettiği tek şey vardır: Kendisine yaşamayı buyuran, büyüyüp gelişmesinde ona el uzatan gizemsel güç.”

“Ve dönüp dolaşıp geleceğe inanan bizler o eski çağrıyı yineleyeceğiz: ‘Öldürmeyeceksin!’ Yeryüzündeki bütün yasa kitapları gün gelip cana kıymayı yasaklasa, hatta savaşta öldürmeler ve cellat eliyle can almalar da bu yasak kapsamına girse, yine de söz konusu çağrı susmayacak. Çünkü tüm ilerlemelerin, insan olmaya yönelik tüm çabaların temelinde saklı yatan çağrıdır bu. Canına kıydığımız o kadar çok şey var ki! Öldürme eylemini yalnız o aptalca savaşlarda, devrimlerin budalaca sokak çatışmalarında gerçekleştirmiyoruz çünkü, adım başında bu cinayeti işliyoruz. Yetenekli gençleri çaresizlik içinde bırakıp kendileri için uygun sayılmayacak meslekler edinmeye zorlayarak öldürüyoruz. Yoksulluklar, çaresizlikler, yüz kızartıcı durumlar karşısında gözlerimizi yumarak öldürüyoruz. Toplum, devlet, okul ve kilisede ömrünü tamamlamış uygulamalara kararlı bir tutumla sırt çevirecekken, rahatımızı gözetip bunlara istifimizi bozmadan seyirci kalarak, riyakarlığa sapıp onaylar bir tavır takınarak öldürme eylemini gerçekleştiriyoruz. Tutarlı bir sosyalizm için mal mülk sahibi olmak nasıl hırsızlık sayılıyorsa, tutarlı inanç sahipleri için de yaşama karşı çıkışlar, tüm hoyratlıklar, umursamazlık ve aşağılamalar öldürmekten başka şey değildir. İçinde yaşanılan zaman öldürülebileceği gibi, geleceğin kendisi de öldürme eylemine konu yapılabilir. Biraz espriyle karışık kuşkuya başvurularak genç bir insanda bir yığın geleceğin canına okunabilir. Dört bir yanda yaşam bekliyor bizi, dört bir yanda gelecek çiçek açıyor, oysa biz hep birazını algılıyoruz bunun, pek çok şeyi ayaklarımızın altında ezip geçiyor, adım başında öldürüyoruz.”

İnsan postuna bürünmüş köpek



”Beni bir domuz olmakla her suçlayışında sözlerini değil, melodiyi, bunu dile getirirken koyduğu gücü algılıyordum ben yalnızca. Çünkü biliyordumki bu suçlamaları bana veya bir başka insana yönelik değildi aslında. Evrene karşı olan nefretini haykırıyordu. Düşkün ve zavallı bir gövdeye tutsak edilmişliğe karşı isyanını… ve de yıldızları, gezegenleri, galaksileri kapsayan, bu inanılmaz derecedeki büyüklüğün bir parçası olmaya karşı başkaldırısını… ve aslında bunun bilincinde de değildi. İşte bu da onu büyük harf i ile yazılan insan yapıyordu. Ilse. Yalnız ve yalnızca insan, kendi kuyruğunu ısıracak ve acı dayanılmaz hale geldiğinde bir yıldıza karşı körükörüne öfke duyacak kadar tanrı taşıyabilir içinde. Budur bizi kendimize karşı muzaffer kılan…”

21 Eki 2011

Dinleyin sürüngenler!



İnsan uykusuzluk çekerken aslında hiç uyumuyor ve hiçbir zamanda uyanık duramıyor.
Birden herşeyi unutup silahın temizliğini düşündüm.
Uykusuzsanız hiç uyuyamıyor ve uyanık da duramıyorsunuz.
Bob un göğüslerine bastırılmış uyurken Tanrınınkiler de böyle olmalı diyorsunuz.
Dövüş kulübü artık bodrumlardan taştı, şimdi Mayhem[1] Project oldu.
Bir tümörüm olsa adını Marla koyardım.
Damağındaki küçük çizik dilinle oynamasan hemen geçer ama dayanamıyorsun.
Uyuyup olduğunuz yer dışında, bambaşka bir yerde uyanırsanız, farklı biri olarak uyanabilir misiniz?
Babam beni terk etti.Tyler beni terk etti…Ben Jack’in kırık kalbiyim.
Tyler Durden
3 dakika. Hepsi bu. Sıfır noktasındayız. Olayın şerefine bir konuşma yapacak mısın?
Bu senin yaşamın ve her geçen dakika sona eriyor.
Bana vurabildiğin kadar sert vurmanı istiyorum.
Bizler özel değiliz.
Yaşamı sevmemize ramak kalmıştı.
Sadece felaket sonrası diriltmiş olacak bizi.
Omlet yapmak için yumurtaları kırman gerekir.
Burada yaşayan en güçlü ve en zeki erkekleri görüyorum. Bu potansiyeli görüyorum ve hepsi heba oluyor. Lanet olsun, bütün bir nesil benzin pompalıyor, garsonluk yapıyor, ya da beyaz yakalı köle olmuş. Reklamlar yüzünden araba ve kıyafet peşinde. Nefret ettiğimiz işlerde çalışıp gereksiz şeyler alıyoruz.
Bizler tarihin ortanca çocuklarıyız. Bir amacımız ya da yerimiz yok, ne büyük savaşı yaşadık ne de büyük buhranı. Bizim savaşımız ruhani bir savaş, en büyük buhranımız hayatlarımız.
Televizyonla büyürken, milyoner film yıldızı ya da rock yıldızı olacağımıza inandık, ama olmayacağız. Bunu yavaş yavaş öğreniyoruz ve o yüzden çok çok kızgınız.
Hayır, değil. Eğer hiç kavga etmemişsen kendini tanıman ne kadar mümkün? Hiç bir yara izim olmadan ölmek istemiyorum.
Sahip oldukların,sonunda sana sahip olur.
Tüm umudunuzu kaybetmek özgürlüktür.
Bırakın evrilelim; her şey düşeceği yere düşsün.
Her şeyden önce korkmayı bırakıp bir gün öleceğini kabullenmelisin.
Sadece her şeyi kaybettikten sonra özgür kalabiliriz.
Tebrikler.. Dibe vurmaya biraz daha yaklaştın.
Kıçına tüy takmak seni tavuk yapmaz.
Benim dünya görüşümde sen: rockafeller merkezi harabelerinin etrafındaki ormanda av peşindesin… Hayatın boyunca üzerinde olacak deri giysin var. Sears kulesini saran sarmaşıkları tırmanacaksın. Tepeden aşağıya baktığın zaman sadece un yapan ya da asfalt yolda et kurutan minik insanlar göreceksin.
Sizler işiniz değilsiniz… Sizler paranız kadar değilsiniz… Bindiğiniz araba değilsiniz… Kredi kartlarınızın limiti değilsiniz… Sizler iç çamaşırı değilsiniz.. Sizler dünyanın şarkı söyleyip dans eden pisliklerisiniz..Hepimiz aynı pisliğin lacivertleriyiz…
Kendini geliştirmek mastürbasyondur, kendini yıkmak ise asıl soruların cevabı.
İnsanlar bunu her gün yapıyor. Kendileriyle konuşuyor, hayallerindeki gibi olmak istiyorlar. Ama cesaretleri olmadığı için eyleme geçmiyorlar.
Tanrının ya düşmanı ya da hiçbir şeyi olacak olsan, hangisini seçerdin?
Evet biz tüketiciyiz.Tutkulu bir yaşam tarzının yan ürünleriyiz.
Acı ve fedekarlık olmadan hiçbirşey yapamazsın.
Babalar bizim için tanrı modeliydi.Eğer babalarımız bizi terk ettiyse tanrı nasıl biridir?Tanrının senden hoşlanmadığı olasılığını da düşün.O belki seni hiç istemedi.Hatte büyük olasılıkla senden nefret ediyor.Bu başına gelebilecek en kötü şey değil.Ona ihtiyacımız yok.
Dövüş kulübünün ilk kuralı:kulüpten sözetmemek
2.kuralı:kimseye kulüpten sözetmemek
3.kuralı:Ayakkabı t-shirt yasak
4.kuralı:Dövüşler tek tek yapılır
5.kuralı:Dövüşte iki kişi vardır
6.kuralı:Biri pes derse sakatlanır ya da bayılırsa dövüş sona erer
7.kuralı:Dövüş gerektiği kadar sürer
8.kuralı:Dövüş kulübündeki ilk gecenizse dövüşmek zorundasınız
Marla
Bilmem öylemi aslında benim daha çok hakkım var senin hala testislerin var öyle değil mi?
8G’deki kızın kendine inancı yok ve yaşlandıkça, seçeneklerinin azalacağından korkuyor. İyi şanslar.
Anaokulundan beri böyle sevişmemiştim…
Kendi içimdeki hastalıklı ve iltihaplı pisliği kucaklıyorum. Yan cadı, yan.
Biliyorsun ki, prezervatif neslimizin kristal ayakkabısı. Bir yabancı ile tanıştığında, geçiriveriyorsun onu. Bütün gece dans ediyorsun, sonra da atıveriyorsun. Prezervatifi kastediyorum, yabancıyı değil.
Hayvan Kontrol Merkezi gidilecek en iyi yer. İnsanların sevip, sonra da atıverdikleri küçük köpekçiklerin, kedi yavrularının, hatta yaşlı hayvanların ilgini çekmek için hoplayıp zıpladıkları bir yer, çünkü üç gün sonra aşırı dozda sodyum fenobarbital verilip, büyük hayvan fırınına gidecekler.
Birileri seni, hayatını kurtaracak kadar sevse bile, yine de kısırlaştırılmaktan kurtulamazsın.
Seni kazanmam mümkün değil, değil mi?
Sana yeni elbisemi göstermek istedim. Bu bir nedimenin elbisesi ve tamamen elde yapılmış. Beğendin mi? İyi Niyet Tasarruf derneği bir dolara sattı. Bu çirkin mi çirkin elbiseyi yapmak için birileri bu küçücük dikişlerle uğraşmış.
I wanna have your abortion.
Monolog
Kafama bir silah daya ve duvarları beynimle boya.
Sizler özel değilsiniz,
Sizler güzel ya da eşi benzeri olmayan
Kar tanesi de değilsiniz,
Sizler işiniz değilsiniz,
Sizler paranız kadar değilsiniz,
Bindiğiniz araba değilsiniz,
Kredi kartlarınızın limiti değilsiniz,
Sizler iç çamaşırı değilsiniz,
Sizler her şey gibi çürüyen birer organik maddesiniz…
Bizler bu dünyanın şarkı söyleyip dans eden yeri geldiğinde dalga geçen yeri geldiğinde gülüp geçen pislikleriyiz.2 Aralık 2007
Ben jack’in öd kesesiyim ben olmazsam jack yağlarını sindiremez. Ben jack’in kalın bağırsağıyım, bu adam biraz kaçıkmış ben ( o sırada taylor evde bisikletle gezer) ben jack’in meme ucuyum…..
Yarın herkesin bi ödevi var. hepiniz biriyle kavga edeceksiniz. kavga edecek ve kaybedeceksiniz.
Edward Norton -Burda yok.
Marla: -kim burda yok.
Edward Norton -tyler burda yok. gitti. uzaklara.
Ben Jack ‘in mahvedilmiş hayatıyım.
Tyler:o silahı neden kafana dayıyorsun
Edward Norton :kafama değil kafamıza
Elime bir tüfek alıp, türünü korumak için çiftleşmeyen her pandayı vurmak istiyorum, petrol tankerlerini açıp hiç görmeyeceğim fransız sahillerini kirletmek istiyorum. DUMAN SOLUMAK İSTİYORUM. gerçekten…
Güzel birşeyleri yok etmek istemiştim..
Tyler : Fuck,damnation !
Hiç yaptık mı diye sormak için Seattle’daki motel odasından Marla’yı arıyorum.
Bilirsiniz işte.
Şehirlerarası, Marla “Neyi?” diyor.
Yattık mı?
“Ne!”
Yani hiç seks yaptık mı?
“Tanrım!”
Yani?
“Yani mi?” diyor.
Hiç seks yaptık mı?
“Sen acayip boktan bir herifsin!”
Seks yaptık mı?
“Seni öldürebilirim.”
Ne yani, bu evet mi demek, hayır mı?
“Bunun olacağını biliyordum” diyor Marla. “Çok kaypaksın. Beni seviyorsun. Sonra görmezden geliyorsun. Hayatımı kurtarıyorsun,
sonra da annemi kaynatıp, sabun yapıyorsun.”
Kendimi çimdikliyorum.
Marla’ya nasıl tanışıtığımızı soruyorum.
“Testis kanseri şeyinde” diyor Marla. “Sonra da hayatımı kurtardın.”
Hayatını mı kurtardım?
“Evet hayatımı kurtardın.”
Senin hayatını Tyler kurtardı.
“Hayatımı kurtardın.”
Parmaklarımı yanağımdaki deliğe sokup, içeride gezdiriyorum. Beni uyandıracak kadar birinci sınıf bir acı için en uygunu bu olmalı.
“Hayatımı kurtardın. Regent Oteli. Yanlışlıkla intihar etmeye kalkışmıştım. Hatırlıyor musun?”
Ah.
“O gece” diyor Marla “senin bebeğini aldırmak istediğimi söylemiştim.”
Kabin basıncını kaybediyoruz.
Marla’ya adımı soruyorum.
Hepimiz öleceğiz.
“Tyler Durden. Adın, Tyler Akıllara-Zarar Durden. 5123 NE Paper Sokağında oturuyorsun ve orası kafalarını kazıyıp, derilerini kül suyu ile yakan küçük müritlerinle kaynıyor.” diyor Marla.
Uyamam lazım.
“Hayır önce koca kıçını kaldırıp buraya gelmen lazım. “ diye bağırıyor Marla. “Şu küçük troller beni sabuna çevirmeden önce gelmelisin.”
Tyler’ı bulmam lazım.
Marla’ya elindeki yaranın nasıl olduğunu soruyorum.
“Sen yaptın” diyor. “Elimi öptün.”
Tyler’ı bulmam lazım.
Biraz uyamam lazım.
Uyumam lazım.
Uykuya dalmam lazım.
Marla’ya iyi geceler diyorum ve uzanıp telefonu kaparken Marla’nın çığlıkları uzaklaşıyor, uzaklaşıyor ve yok oluyor.
Marla: Kendini mi vurdun?
Jack: Evet,, ama herşey yolunda… Marla,, bana bak… Gerçekten düzeldim.. İnan bana… Herşey yoluna girecek… Beni çok garip bir dönemimde tanıdın…



Kendimle Konuşmalar



Ruhum Bana Vazetti

Ruhum bana vazetti ve kendine küfredene dostluk gösteren ama halkın nefret ettiği insanı sevmeyi öğretti.Ruhum bana Sevgi’nin sadece sevende değil, sevilende de kendisiyle gururlandığını gösterdi.

Ruhum bana vazetmeden önce Sevgi yüreğimde iki çivi arasına gerilmiş ince bir ipti.
Ama şimdi başı sonu, sonu da başı olan bir hale oldu. Bu hale bütün varlıkları çevreler ve bundan sonra var olacakları da kucaklamak üzere yavaş yavaş genişler.

Ruhum bana öğüt verdi ve cildin, biçimin ve rengin altında gizli olan güzelliği görmeyi öğretti. Gerçek çekicilikleri ve hoşlukları görünene kadar çirkin denen insanlar hakkında uzun uzun düşünmem için beni eğitti.
Ruhumun öğüdüne kadar Güzellik’i iki sis kolonu arasında titreyen bir meşale gibi görürdüm. Şimdi sis kayboldu,alevlerden başka bir şey görmüyorum.

Ruhum bana vazetti ve dilin, gırtlağın ve dudakların çıkaramayacağı sesleri dinlemeyi öğretti.
Ruhum bana vazedene kadar gürültü ve feryattan başka bir şey duymazdım. Ama şimdi Sessizlik’i daha kolay duyuyor, Görünmeyen’in sırlarını haykıran çağların ilahilerini ve gökkubbenin şarkılarını dinliyorum.

Ruhum bana vazetti ve sıkılmamış, hiçbir elin ve dudağın dokunamayacağı kadehlere hiçbir zaman doldurulamayacak şarabı içmeyi öğretti.
Ruhum bana vazedene kadar susuzluğum bir yudum suyun söndürdüğü küller altında gizlenmiş belirsiz bir kıvılcım gibiydi.
Ama şimdi arzum kadehim, duygularım şarabım, yalnızlığım sarhoşluğum oldu; artık bu dindirilemeyen susuzluğumda sonsuz sevincimi yaşıyorum.

Ruhum bana vazetti ve insan biçimine girmemiş olana dokunmayı öğretti; dokunduğumuz her şeyin arzumuzun parçası olduğunu gösterdi.
Ama şimdi parmaklarım, evrendeki Görünmeyen’le birleşen şeye karışan sise dönüştü. Ruhum beni mersinden ya da tütsüden yayılmayan kokuyu solumam için eğitti. Ruhum bana vazedene kadar bahçelerdeki, şişelerdeki ya da buhurdanlıklardaki kokulara ihtiyacım vardı.
Ama şimdi adaklar ya da kurbanlar için yakılmamış olan tütsülerin de kokusunu alabiliyorum. Ve yüreğime boşluğun neşeli esintileriyle hiçbir zaman sürüklenmeyecek kokuları dolduruyorum.

Ruhum bana vazetti ve Görünmezlik ya da Tehlike çağırdığında, ”Hazırım” diyebilmeyi öğretti.Ruhum bana vazedene kadar tanıdıklarım dışında haykıranların sesine ses vermezdim ve kolay ve düz yollar dışındakilerde yürümezdim.
Şimdi Görünmezlik, Görünmezlik’e ulaşmak için koşturabileceğim bir at oldu; düzlükler doruğa tırmanacağım merdivene dönüştü.

Ruhum benimle konuştu ve dedi ki, ”Zaman’ı, ‘dün vardı, yarın da olacak,’ diyerek ölçme.”
Ve ruhum benimle konuşana kadar Geçmiş’i hiçbir zaman tekrarlamayacak, Gelecek’i de asla ulaşılamayacak bir çağ olarak hayal ederdim.
Şimdi bu anın bütün anları kapsadığını ve içinde umut edilebilecek, yapılabilecek ve anlaşılabilecek her şeyin bulunduğunu anlıyorum.

Ruhum bana vazedip boşluğu, ” Burası, orası ve şurası,” diye sınırlamamam için beni uyardı.
Ruhum bana vazedene kadar yürüdüğüm yerin boşluğun diğer yerlerinden uzak olduğuna inanırdım.
Şimdi bulunduğum yerin her yeri içerdiğini ve yürüdüğüm mesafenin bütün mesafeleri kapsadığını anlıyorum.

Ruhum beni eğitti ve başkaları uyurken uyanık kalmamı öğütledi. Ve başkaları çalışırken uykuya teslim olmamı.
Ruhum bana vazedene kadar uykumda ne onların düşlerini görürdüm, ne de onlar benim hayallerimi düşlerdi.
Şimdi onlar beni seyretmezken asla düş gemimle açılmıyorum, onlar da ben özgürlüklerine katılmadıkça hayallerinde göklere yükselmiyorlar.

Ruhum bana vazetti ve dedi ki, ” Övgülerle kibirlenme, ayıplamalarla sıkıntıya düşme.”
Ruhumun öğütlerine kadar işlerimin değerinden kuşku duyardım.
Şimdi ağaçların İlkbaharda çiçeklenmesi ve Yazın meyve vermesi için övgülere gerek olmadığını biliyorum; ve ayıplanmaktan korkmadan Güzün yapraklarını döküp Kışın çıplak kaldıklarını.

Ruhum bana vazetti ve ne cücelerden daha büyük, ne de devlerden daha küçük olduğumu gösterdi.
Ruhum bana vazedene kadar insanlığı iki kişi olarak görürdüm: biri acıdığım güçsüz, diğeri izlediğim ya da direndiğim güçlü.
Ama şimdi her ikisi de olduğumu ve ikisinin aynı maddeden yapıldığını biliyorum. Kaynağım, onların kaynağı; bilincim, onların bilinci; kavgam onların kavgası; haccım, onların haccı.
Onlar günahkarsa, ben de günahkarım. Onlar iyiyse bundan ben gurur duyarım.Yükselirlerse onlarla yükselirim. Hareketsiz kalırlarsa tembelliklerinden utanırım.

Ruhum benimle konuştu ve dedi ki, ”Taşıdığın fener senin değildir, söylediğin şarkı senin yüreğinde bestelenmedi, ışığı taşısan bile ışık olmazsın, lutun tellerini titreterek lut çalamazsın.”

Ruhum bana vazetti, kardeşim ve çok şey öğretti. Çünkü sen ve ben biriz, benim içimdekileri hemen ortaya dökmem ve senin içindekini bir sır gibi gizlemen dışında, aramızda bir fark yok. Ama senin sır saklamanda bir çeşit erdemdir.