.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

19 Oca 2012

afili parçalar (madde 87: 2009 yazı geri gelmeyecek)



87. 2009 yazı geri gelmeyecek

2009 yazı geri gelmeyecek. Geri gelmeyecek diğer yazlar gibi. Üstadın, Kurtuluş’taki terasındaydık ekseriyetle. Üstat, “Dün gece bira içerek iyi yaptık kardeşim,” derdi her sabah. “Rakı gibi başını ağrıtmıyor insanın, aptallaştırmıyor sabahları.” Sonra sakalını sıvazlayıp ‘haksız mıyım’ der gibi bakardı. Ben de meselenin derinliğini yeni kavramış insanların şaşkın edasıyla, “Haklısın abi,” derdim. Üstadın kardeşi Serhat, Amerika’dan yeni gelmişti yaz tatiline, orada doktora yapıyordu. İçince güzel konuşur ama konuya bir türlü giremezdi. O kadar güzel konuya giremezdi ki bazen, konuya girememenin kendisini bir konuya dönüştürürdü. Ayrıca sıkı şairdi. Ama asıl uzmanlık alanı ne karşılaştırmalı edebiyat ne de şiirdi, at yarışıydı, yani en azından bence. Her sabah kahvesini yapıp bir akademisyen ciddiyeti ve şair titizliğiyle bültenin başında çalışırdı. Üstat da Talcid’ini çiğneyip Radikal dış haberlere makale çevirirdi. Benim işim gücüm yoktu, üstadın altıncı kattan düşen kedisi Pempe’nin yamulan sırtını düzeltmeye çalışırdım. Serhat’ın yaptığı kupona biz de ortak olurduk. Üçüncü ayaktan sonra hâlâ yatmadıysak hep beraber takip etmeye başlardık. Bir akşamüstü altılıyı tutturup sarılmıştık evin içinde, zıplayıp durmuştuk, yazın en sevinçli anıydı. 600 lira vermişti altılı, adam başı 200 lira, güzel para.

Parayı bulunca bir evim olduğunu hatırlamıştım. Beşiktaş’ta, 82 basamaklı o ev. Balkona çıkıp Şair Nedim’den geçen taksileri saymıştım o gün. ‘Bir apartmandan atlamak bir gökdelenden atlamaktan daha zor olmalı,’ diye düşünmüştüm. 412. taksi geçerken tanımadığım bir numaradan aramıştı Üstat, “Nasılsın kardeşim?” demişti. “Pembe’nin anasını sen mi siktin? Yamuktu daha beter yamulmuş.”

“Hayır,” dedim. “Ben sadece düzeltmeye çalışıyordum. Bu numara ne?”

“Telefonun numarasını değiştirdim.”

“Niye?”

“Çok çalıyordu. Kupon yaptık geliyor musun?”

“Yok,” dedim ama aklım orada kaldı. Akşamüstü yine aradı.

“Tutturduk.”

“Hasiktir,” dedim. “Ne kadar verdi?”

“2100 lira.”

“Geliyorum.”

“2100 liralık altılıyı üç tekle nasıl tutturdun Serhat,” diye sordum gidince.

“Paran tükendiği zaman hata yapma şansın kalmaz,” dedi.

Ben de “Anlıyorum,” dedim. “Kazanılmış kupona sonradan ortak olunmaz ama yüzer lira verin en azından.”

O yaz başka altılı tutturamadık ama o akşam rakı içtik, kadınlar gülle atma şampiyonasını seyrettik, ölülerden konuştuk. Rakı içince ölülerden konuşmak icap eder. Belki rakı içerken araya giren sessizlikler daha uzun olduğu için, o sessizlikler ortama ruhani bir hava kattığı için.  

Sonra komşunun kızı vardı o yaz aklımda kalan. Günde 250 mesaj çekiyordu, kızı şöyle hatırlıyorum: “dıtdıt dıtdıt dıtdıt.” Bisiklet sürerken bile mesaj çekebiliyordu. Mesaj attığı çocuktan çok, mesaj atıp cevap gelmesini seviyordu belki de. Yüzüne düşmediği halde saçlarını geriye atıp duruyordu. Çekici görünmek için değil, çok derinlerde bir huzursuzluğun belirtisi olmalıydı bu. Beni kızın ablasıyla evlendirmeye çalışıyorlardı. Bir gece apartmanın önüne hafif sallanarak gelmiştim. Çakırkeyiflikten sonra zilzurnalıktan önceydim. Çöp konteynırlarını devirip “Bütün söylenecekler söylendi bütün susulacaklar susuldu,” diye bağırmıştım. “Bütün bunlardan geriye de bir şeylerin külü kaldı ama neyin külü derseniz Allah belamı versin ki bilmiyorum. Ben iyi bir başlangıçtım sadece. Bazı insanlar sadece iyi bir başlangıç yapmasını bilirler, sıkılırlar, sürdüremezler.” Kızın ablasını bana vermekten vazgeçtiler. 2009 yazı çok karışık bir yazdı öte yandan.

Ankara’da Celâl Abi’yle oturmuştuk sonra, Net Piknik’te. Mamak Cezaevi’ni anlatmıştı, Temmuz ayındaki açlık grevini. Cezaevi idaresi sıcaktan bayılıp açlık grevine son versinler diye kaloriferleri yakmış yazın ortasında. “Nasıldı abi?” dedim. “İlahi Komedya’yı oku,” dedi. “Cehennem kısmını.”  

Salih’le balıkçı barınaklarında oturmuştuk bir akşamüstü. Durgun denizi titreten ince bir rüzgâr esiyordu. Gökyüzü turuncu, mor, mavi ve biraz da griydi. Salih hiçbir şeyi terk edemeyen bir adamdı. Yarım saat oturduğu kafeden ayrılırken bile hüzün duyardı. Bir kız arkadaşı vardı, on yıldır beraberdiler. “Birini terk etmek teorik olarak imkânsızdır,” derdi. “Onu terk ettim diyelim, peki hatıraları nasıl terk edeceğim? O tonlarca hatırayı zihnimde değil de sırtımda taşıyacakmışım gibi hissediyorum.” O akşam oturduğumuz yerden ayrılırken de dönüp arkasına bakmıştı hüzünle. “Geçmişi unutmak istiyorsan geleceğe de gözlerini kapatman gerekir Salih,” demiştim o zaman.

“Bu cümle senin mi?” diye sormuştu.

“Benim hiçbir şeyim yok Salih. Uykum bile.”

“Bak bu laf güzelmiş.”

“Bu laf da benim değil, Memet Baydur’un.”

Olympos’ta sahilde, dalgalar vurdukça kıyıda parlayan planktonlara bakmıştık bir gece. Plankton çok duygusal bir şeydir, adı gibi değil. Bence planktonların adı harikulade olmalı ya da hüsnüniyet. Ekseriyetle olmalı en azından, muhtemelen bile olabilir. “Bu anı önceden o kadar çok düşünmüştüm ki gerçek olunca eksik gibi geldi,” demişti. “Kopuk bir düğme gibi, bir şeyler eksik değil mi sence de?”

“B vitamini eksikliğinden,” dedim. “İnsandaki bütün eksikliklerin kaynağı b vitamini eksikliğidir.” Sonra dans etmiştik. Ben dans etmeyi beceremem ama sahilde herkes dans edebilir diye düşünmüştüm. Haklıymışım. Neresinden bakarsan bak güzel bir yazdı.

Bekâr Sokak’ta yürümüştük sonra, yaz biterken. Bazı sokaklarda yalnız yürünmez, illaki biriyle paylaşmak gerekir o sokağı. “Bana öyle bakarsan nasıl ağlayabilirim ki?” demişti. O kadar sıcak bir gülüşle söylemişti ki bunu dokunsam elim yanardı.

Benim, Çehov’dan ve o yazdan öğrendiğim şey şu: Fırsatı varken ağlamalı insan. Ele güne sergilenmeyecek duyguları olduğunu düşünmemeli. Sadece gözüne sabun kaçmış çocuklara bırakmamalı bu işi. Derdini anlatabilecek kadar ağlayabilmeli en azından. Ve önündeki yol yürüyebileceğinden uzun olsa da yürümeli o yolu, yürüyebildiği yere kadar. Sonunda perişan olacağını bilse de, zihni karmakarışık ve kalabalıkken kendisi yapayalnız kalacağını bilse de yürümeli. Ne zaman başladığını fark etmediğimiz yağmurun ne zaman bittiğini de anlayamamıştık o yaz. 2009 yazı geri gelmeyecek. Geri gelmeyecek diğer yazlar gibi.

Afilli Filintalar