.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

29 Ara 2012

Kendimi neden bu şehirde öldürdüm?

 


bu şehir yüzyıllardır erkektir ve kadınları sevmeyi bilmez. işte bu yüzden, bu şehirde ben her gün kendimi defalarca öldürürüm. bomba olur patlarım; kulesinden, köprüsünden aşağı atlarım. elimde bir bıçak her yerime saplarım. tavandaki bütün ipler kendimi asmam için sallanır. arabalar önlerine atlamam için yol alır. denizinde, lağımında, çöpünde kimliksiz cesedim. kimsesizler mezarlığında daracık çukurlara sığar dev cesaretim.

geceleri ben ağır, çok ağır bir taşın altında uyurum.
gündüzleri hafif, çok hafif bir yaprağın ucunda yaşarım.
gece beni taş ezer.
gündüz rüzgar devirir.
kanadıkça kanarım.
hayallerimi o yüzden kanla yazarım.


size bir sır vereyim.
hep aynı kadın ölecek.
hep aynı kadın doğuracak.
hep aynı kadın kaçacak.
her şey birdir.
her şey birdir.
her şey birdir.
o kadın... o aynı kadın... külliyen delidir.


Deli Kadın Öyküleri / Mine Söğüt

7 Ara 2012

Malvina Meinier - Covered In Silence




Sıkıntılı bir günümdü o yeşiller,
maviler ve siyahlar!
Kimsenin elimi öpmesini istemiyordum.

İntihar için kolay bir yol düşündüm
Beyaz bir intihar olacaktı bu
Kimseyi üzmeyecekti(birtakım
kolay sevenler hariç)
Hatta ben bile üzülmeyecektim
(bunun yolunu henüz bulamasam da)
Sıkıntılı bir günümdü o kadınlar
erkekler ve çocuklar!

Acılar!
Benim çocukluğum sadece bir sene
sürmüştü

psikanalize göre
kardeşim hemen arkamdan doğduğu için

(Acılar)Hiç bitmeyen;
Kadınların sesi mutfaklarının pencerelerin-
den dışarı doğru

Sıkıntılı bir günümdü o
yeşiller,maviler
ve siyahlar ve intihar!
Merakla yaklaşacağım bir şey
kalmamıştı hiçbir renkte.....

-Lale Müldür


Annem biraz kaçıktı. İlkokula başlamıştım, intihar etti.



Geçen gün hastaneden çıktım.
Ya öyle işte, hastaneden...
Hastane köşelerine düştüm artık.
Bağlantı kopuyor. Bir bakıyorum, bir hafta geçmiş, tek satır yok
kafada. Üstüm başım yırtrlmış, kaşım gözüm morarmış, alakasız bir
yerlerde kendime gelmişim.
Yaptıklarımı anlatıyorlar da, nasıl olur yahu?
Benim gibi efendi bir adam...
Biliyor musun, diş kalmadı ağzımda...
Sonunda bir taksiye atmışlar, doğru Bakırköy'e.
Ne kadar kaldım orada? Bir bilsem...
Karar verdim. Önce sizi getireceğim buraya, sonra ver elini Diyarbakır...
Bir kısmımız dağdakilere katılr, orayı çekip çevirir, bir
kısmımız yine bir mahalleye yerleşip faaliyete girişir.
Sana nasıl geliyor söylediklerim?
Yahu ben şimdi neresinden başlayayım yazmaya?
Ağlayayım mı, güleyim mi, iyice kafayı mı üşüteyim?
Şimdi şu karşımda tavla oynayanlar Yüksel Abi'yle Salih mi?
Esmer'in öldüğüne nasıl inanayım, sana ne diyeyim, ne yapayım,
başın sağ olsun, başımız sağ olsun mu diyeyim?
Şu gözümden akan yaşlar...
Senin gelememene mi yanayım?
Ben nasıl böyle kaybetmişim kendimi?
Ben sana ne zamandır mektup yazmadım?
Mahalleden ayrıldığımdan beri mi?
Ne kadar oldu ben ayrılalı?
Bu deftere bakıyorum da, bunlar gönderilmiş mektuplara benzemiyor
ki. Bu günlük, ben günlük mü yazmışım?
Af çıktı yani, öyle mi?
Ya sen niye gelmiyorsun?
Şimdi benim elim hyağlm tutmuyor biliyor musun? Burada olsan
ne iyi olurdu.
Seni nasıl getireceğiz bııraya, ne yapayım seni getirmek için?
Artık Esmer'i getiremeyeceğiz demek ki.
Öldü mü gerçekten?
Bu Yüksel'le Salih hafiften kafayı üşütmüş.
Onlann sözüne inanayım mı?
Senden duymadan inanmam.
Çok aradık seni diyorlar.
Ulan neyimi aradınız? Buradaydım işte.
Ama haklılar herhalde. Kendimi kaybetmişim ben.

Tol / Murat Uyurkulak

Senden başka hiç kimse senin kurtarıcın olamaz!

Siz, beni horgören büyük adamlar! Nerden beslendi politikanız, Dünyayı yönettiğiniz sürece? Hançer yaralarından ve cinayetlerden!
Charles de Coster, Ulenspiegel



Sana «Küçük Adam», «Sıradan İnsan» diyorlar; yeni bir çağ, «Sıradan İnsan Çağı» başladı diyorlar. Bunu söyleyen sen değilsin Küçük Adam. Onlar söylüyor bunu, büyük ulusların Başbakanları, koltuklanmış işçi liderleri, kentsoylu ailelerin tövbekar evlâtları, devlet adamları söylüyor, filozoflar söylüyor sana bunu. Geleceğini eline veriyor, geçmişinden hiç sual etmiyorlar. Korkunç bir geçmişin mirasçısısın sen Küçük Adam. Mirasın, avucunun içinde alev alev yanan bir elmastır. Bunu sana söyleyen, benim; beni dinle.

Her doktor, her ayakkabıcı, teknisyen ya da eğitimci, işini doğru dürüst yapmak ve yaşamım kazanmak için, eksikliklerini bilmek zorundadır. Birkaç onyıldır, şu yeryüzünde yönetici rolü oynamaya başlamış bulunuyorsun.

İnsanlığın geleceği, senin düşüncelerine ve senin yapacağın şeylere bağlıdır. Ama öğretmenlerin ve efendilerin, aslında nasıl düşündüğünü ve gerçekte ne olduğunu söylemiyorlar sana; seni kendi geleceğine egemen olma yetisi verebilecek yönde eleştiren ve bu eleştiriyi dile getirme yürekliliğini gösteren tek kişi yok. Yalnız bir anlamda «özgürlüğe sahip »sin sen: kendi yaşamım yönetmeyi öğrenmeme, kendini bu yönde eğitmeme ve kendini eleştirmeme özgürlüğüne sahipsin.

Şöyle bir yakınmayı hiç duymadım senin ağzından: «Gelecekte kendimin ve dünyamın efendisi olmak yolunda yürütüyorsunuz beni, peki ama, insamn nasıl kendi kendisinin efendisi olacağım anlatmıyorsunuz hiç, düşünce ve davramşlanmdaki yanlışları bana söylemiyorsunuz.»

Yönetimi elinde tutan kişilerin, «Küçük Adamı» yönetmelerine izin veriyorsun. Ama sen, hiç sesini çıkarmıyorsun. Yönetimi elinde tutan güçlülere, ya da kötüniyetli güçsüz adamlara seni temsil etme yetkisini veriyorsun. Her seferinde aldatıldığım anlıyorsun, ancak bunu anladığında, iş işten geçmiş oluyor.

Seni çok iyi anlıyorum. Çünkü seni binlerce kez çıplak gördüm; hem ruhsal, hem bedensel çıplaklığın içinde, maskesiz, etiketsiz, elinde bir partinin üyelik kartı bile olmaksızın bir «tanınmıştık» kılıfına bürünmemiş halinle gördüm seni. Yeni doğmuş bir bebek gibi, anadan doğma çıplak, don gömlekle kalmış bir mareşal kadar çıplak halini gördüm. Benim karşımda hiç yakınmadın, ağlamadın, özlemlerini hiç dile getirmedin, sevgini ve acılarım bir kez olsun açmadın bana. Seni iyi tanıyorum ve anlıyorum. Sana nasıl olduğunu anlatacağım Küçük Adam, çünkü büyük bir geleceğin olduğuna içtenlikle inanıyorum. Gelecek, senindir, buna hiç kuşku yoktur.

Öyleyse gel, her şeyden önce kendine bak bir. Gerçekte olduğu gibi gör kendini. Führer'lerinin sana utanmadan söylediği şu sözlere aldırma:  Sen, «küçük, sıradan bir insan"sın. Bu sözcüklerin çifte anlamını kavrıyorsun, değil mi: «küçük» ve «sıradan». Kaçma. Kendine bakma yürekliliğini göster! «Bana bunları söylemeye ne hakkın var?»

Kuşkulu ve kavrayışlı bakışlarında bu soruyu okuyorum. Saygısız ağzından bu sözcüklerin döküldüğünü duyuyorum, Küçük Adam. Kendine bakmaktan korkuyorsun, eleştiriden korkuyorsun Küçük Adam; sana vereceklerini vaat ettikleri yetkiden korktuğun gibi korkuyorsun. Bu yetkiyi nasıl kullanacağını bilemezsin. Başka bir biçimde yaşayabileceğini düşünmeye cesaret edemiyorsun: Koyun gibi güdülmek yerine özgür yaşamak, taktikler uygulamak yerine açık davranmak, bir hırsız gibi gecenin karanlığında sevmek yerine açık açık sevebilmek düşüncelerine yer vermiyorsun kafanda. Kendini küçümsüyorsun, Küçük Adam. «Ben kim oluyorum da kendi görüşüm olacakmış, kendi yaşamımı kendim saptayacak ve dünyanın benim olduğunu açıklayacakmışım,» diyorsun. Haklısın; sen kim oluyorsun da kendi yaşamın üzerinde hak sahibi olmak isteyeceksin? Kim olduğunu şimdi söyleyeceğim sana:

Gerçekten büyük olan insandan seni ayıran tek bir nokta var Büyük adam da bir zamanlar çok küçük bir adamdı; ama bir tek önemli yetenek geliştirdi: Düşünce ve davranışlarında küçük olduğu noktaları görmeyi öğrendi. Kendisi için çok değerli olan bazı şeyleri yitirmeyi göze alarak kendi küçüklüğünün ve önemsizliğinin taşıdığı tehlikeyi giderek daha iyi sezmeyi öğrendi. Demek ki, büyük adam, ne zaman ve hangi alanda küçük adam olduğunu bilir. Küçük Adam, küçük olduğunu bilmez ve bunu bilmekten korkar. Kendi küçüklüğünü ve yetersizliğini, başkalarının gücü ve büyüklüğünün kendisinde uyandırdığı güç ve büyüklük görüntüleriyle örter, Büyük generalleriyle övünmektedir, ama kendisiyle övünmez. Kendisinde varolan düşünceye değil, kendi aklına gelmeyen düşünceye hayrandır. En az anladığı şeylere en çok inanır ve kolayca anladığı fikirlerin doğru olduğunu kabul etmez. Sana kendi içimdeki Küçük Adamı anlatmakla işe başlayacağım:

Tam tamına yirmi beş yıl boyunca, senin bu dünyada mutlu olmayı hakettiğini savundum; kendine ait olan şeye sahip çıkma yetisinden yoksun olmakla suçladım seni; sonra Paris ve Viyana barikatlarındaki kanlı çarpışmalarda, Amerika'daki köleliğin kaldırılması savaşında ya da Rus Devrimi'nde elde ettiklerine sahip çıkmamakla suçladım. Paris'teki savaşının sonu Petain ve Laval'e, Viyana Savaşı'nın sonu Hitler'e, Rusya'daki savaşının sonuysa Sta-lin'e vardı; Amerika'daki savaşının sonu da Ku-Klux-Klan yönetimine varabilirdi. Özgürlüğü, kendin ve başkaları adına korumak, ona bekçilik etmektense kazanmak gerektiğini ve de bunu sağlamanın yolunu pekâlâ bilirdin sen. Ben, bu gerçeği epeydir biliyordum. Ancak, her seferinde çalışıp didinip bir bataklıktan çıkmayı başardıktan sonra hemen bir başka bataklığa saplanmanın nedenini anlayamıyordum. Sonra yavaş yavaş ve el yordamıyla, seni köle yapan şeyin ne olduğunu buldum: SEN KENDİ KENDİNİ KÖLELİĞE MAHKUM EDİYORSUN. Köleliğinin tek sorumlusu, yalnız ve yalnız sensin başka hiç kimse, ama hiç kimse değil. Tek sorumlu sensin.

Dinle Küçük Adam / Wilhelm Reich.


2 Ara 2012

Teğel




Karşıyaka karanlık, erken geldi ayrılık...
Ankara ağıdı


Kurşun kafaya girince beyin fişkırmıyor, yok öyle bir şey, sadece küçük bir delik açılıyor, o delikten bir çeşit ağdalı kan akıyor, hemen de ölmüyorsun, hatta birkaç kelime çıkıyor ağzından, "siktir be" mesela, "vay anasını" ya da, "tonbalığrna bayılınm" misali, "sana da girdi mi lan bana giren" gibi veya, en azrndan açık havada hep öyle oluyor, kaç terörist gördüm, kaç asker, kafasına kurşunu yiyen, hep öyle oluyor, bir küçük nokta, delikçik, neşeli bir delik, kasvetli bir akıntı, üstelik, nerede filmlerdeki o afili patlama, "pıt" diye bir ses, öyle küt, güdük, salak bir ses sadece, dedim ya, beyin falan hak getire, filmciler mi götünden uyduruyor, yoksa beyin mi yok insanda, anlaşılır şey değil o filmleri var ya, topunu makara makara...

Lakin kapalı mekanda öyle olmuyor muymuş ne, srkıveriyorlar kurşunu Onüç'e, tam beyin banyosu, yani, acayip bir şey, beynin kokusu yok, kanın var, pas kokusu gibi kanınki, lakin beyin kokmuyor, iyi biliyorum, ona bulanıyorum zira, horttadanak ölüyor Onüç, dili dışanya firlıyor, öyle komik, yığılıyor yere çuval misali... Parmağımla dokunup badimin cesedine, başlıyorum saydırmaya: Bana yamuk ha, ulan kardeş dedik bağnmıza nakşettik lan, yapılır mı bu bana lan...

Duruyorum sonra, soruyorum: Annem nerede? Elinde fidye ücretiyle, yüzünde evlat hasretiyle annem neden çıkmıyor ortaya? Nereye sakladınızlan annemi? Anne falan yok, kimsenin annesi yok, anneler uçmuş, göçmüş, bitmiş.

Duruyorum, sonra devam ediyorum sorlnaya: Peki beni, yani seni niye öldürüyorlar lan Onüç, ha? Hadi beni, yani seni öldürüyorlar, beni, yani seni neden öldürmüyorlar? Ulan beni de inandırmıştın lan o boktan kelime oyununa. Fidye nerede lan, midye nerede... Fidye midye yoksa, ne var o zaman, ne oluyor lan?

Bir sürü deliği vardı, elbet birinden girilecekti. Lakin o kadar kolay Çeğildi. "İnsan"ın manasını unutan, böyte yan basardı işte. Delikler pislik doluydu. Arkasından zorladık, saplanıp kaldık kokusu dayanılmaz bir bataklığa, güç bela kurtulduk. Önünden denedik, neredeyse ı[ık sarı sıvılarda boğulacaktık. Burnundan girdik ve öyle bir ağdaya bulandık ki, kendinizi zor attık dışan. Geriye bir tek kulak kalmıştı, tedbiri elden bırakmadık bu kez, önce iyice tetkik ettik, buradaki pislikler azdı, yolu tıkamıyordu, öyle pul pul duruyorlardı ötede beride. Büyük A'ya sığınıp dehledik kendimizi içeriye. Kalbinin tam orta yerinde, zarafetle pıtlayan ruhunu giyinecektik ki, bu kez de asilerden yırtamadık.

İnsanrn ruhuna erişeceksen, deliğinden değil yarasından gireceksin.

Yeryuvar' da biz ilk bunu öğrendik. Açıklık bir alanda açıyorum gözlerimi, yanrmda ölü Onüç, hertarafimda onüç,ün beyni, kuşsuz kervansız bir yer, ama postacısı var.Mucizevi bir mektup gibi çıkıveriyor karşıma küçük onüç.

Hadi kalk, diyor, gidiyoruz,
Diyorum, nereden çıktın sen ve neden böyle parlıyorsun manyak gibi?
Kanştırma orasını, diyor, anlatrım, kalk hadi,
Ama, diyorum, bari gömelim şu sahtekar badimi,
Gömmesek olmaz mı, diye soruyor, geç kalıyoruz,
olmaz,diyorum,olmaz,çürüsün mü buralarda adaşın?
Çürümesin adaşım, diyor,
Gömüyoruz utıytıtonüç'ü, küçüğün çantasındaki mektuplaıı da yanına.
Öte tarafa giderken oyalansın maksat,

bütün Netamiye'de yanağı yaralı iki postacı vardı",ilk buıduğumuz postacı kocaman bir ailenin mensubuydu, büyük büyük annesi bile hayattaydı, aradığımızln o olmadığını görür görmez anladık...

Dğeriyetimdi,bizimkiydi,yani vücudumuzdu,kebaplar yiyip dondurmalar yalayacak küçüğümüzdü", Yanağına ıslak bir öpücük kondurduk ve doğruca ruhuna seyahat ettik...

Mezarın üzerine koyuyorum irice bir taş,elim yüzüm tozlu topraklı beyin, sonıyoium küçük onüç,e, beyin nasıl bir fiskiyedir ki, açıklıklarda fişkırmaz, fişkınr dar mekinlarda, Dar mekanda savaş olmaz,diyor, savaşta da beyne ihtiyaç olmaz.

İçini çekip kederle gülüyor Sonra,ufku gösterip,hakikat orada, diyor, yolu da sen biliyorsun.

Diyorum ki, firariyim ben, hakikat de yollar da bana bela.
Sen seçildin, diyor, kaçak değilsin artık, uğradın ilüi affa.
Diyorum ki, allameyi cihan olsan affetmez ordu.
Orduyu unut, dİyoç unut savaşı da.
Siktir lan, diyorum, sen unut sıkıysa...

Hakiki aday olsa, ağzı bu kadar bozuk olmazdı.. . Zatenadaylar böyle çirkin de olmazdı...
Ah o muhterem kardeşi ne güzeldi... Ah onu kucaklayıp kurcalamak her cefaya değerdi...
Herhalde öyle güzel olduğu için Büyük Atez almıştı onu yanına...
İdare edecektik kalanla... Zira Yeryuvar bizim için bir muammaydı...
Yer, yukarıdan göründüğü gibi değildi, tam olarak yuvarlak bile sayılmazdı...
Halimize bakmadan hakikate talibiz, ııma ne yol biliyoruz ne iz...
Hadi bakalım yoktan var ettiğimiz Numune, söyle şimdi, nereye gideceğiz...
Değil mi ki biz yutturduk dlemlere seni aday diye, artık yol da senin söz de...

Har / Murat Uyurkulak

Sokaklarda Ağzı Açık Yürümeyin




Yüz kırk yıllık İstanbul gazetecilik tarihinin en eğlenceli sayfalarını yazan gizli, açık şehir mektupçularının yüzbinlerce sayfalık mirasından, gelişigüzel bir öğütler, dikkatler, inciler, şikâyetler seçmesi sunuyorum:


"Fransız omnibuslardan ilham bizim dolmuş at arabaları, yolların bozukluğundan dolayı Beyazıt-Edirnekapı arasında keklik gibi taştan taşa sekiyorlar." (1894)

"Her yağmurdan sonra şehrin bütün meydanlarını sular basmasından bıktık usandık. Bu işi kim halledecekse halletsin artık." (1946)

"Dükkân kiralarının ve vergilerin artması ve şehrimize bitip tükenmez göçler sonucu, jiletçi, simitçi, midye dolmacı, kâğıt mendilci, terlikçi, çatal-bıçakçı, tuhafiyeci, oyuncakçı, sucu, gazozcudan sonra artık muhallebiciler, kokoreççiler, tatlıcılar, dönerciler de vapurları doldurdu." (1949)

"Şehri güzelleştirmek için at arabacılarının tek çeşit elbise giyeceği söylenmişti, bu fikir yerine getirilseydi ne şık olurdu." (1897)

"Örfi idarenin başarılarından biri de artık dolmuşların yalnızca kendilerine gösterilen duraklarda durmalarıdır. Neydi o eski anarşi." (1971)

"Şerbetçilerin ne tür boya ve meyve ile yaptıkları belediyece bilinmeyen şerbeti artık satamamaları iyi bir karardır." (1927)

"Sokaklarda güzel bir kadın gördüğünüzde, ona öldürecekmiş gibi nefretle veya aşırı istekle bakmayın, gözgöze gelirseniz, tatlılıkla bir gülümseyin ve gözlerinizi kaçırıp geçin." (1974)

"Paris'in meşhur Matın gazetesinde şehirde yürüme usûlleri hakkında çıkan yazıdan ilhamla, biz de İstanbul'da sokaklarda doğru dürüst yürümesini bilmeyenlere kendi meselemizi hatırlatalım: Sokaklarda ağzı açık yürümeyin." (1924)

"Askeri yönetimin taksilere taktırdığı yeni taksimetreleri umarız bu sefer hem şoförler, hem yolcular açtırır da, yirmi yıl önceki son taksimetreler zamanında olduğu gibi 'ne verirsen ağbi' aklıyla çıkan pazarlıklar, kavgalar, karakolluk olmalar artık şehrimizde yaşanmaz." (1983)

"Leblebiciler ve macuncuların çocuklara para ile değil bir parça kurşun karşılığında leblebi, macun vermesi yalnız çocukları hırsızlığa teşvik etmiyor, İstanbul'daki bütün çeşmelerin taşlarının çalınmasına, muslukların koparılmasına, türbe ve camilerin kulübelerini kaplayan kurşunların parça parça edilmesine yol açıyor." (1929)

"Aygaz, patates ve domates kamyonlarının hoparlörleri ve çirkin satıcı sesleri şehri cehenneme çevirdi." (1992)

"Köpekleri kaldıralım diye bir hamle ettik. O hızla bir-iki gün daha gidilmiş olsaydı, hepsi Hayırsızada'ya tıkılsaydı, bütün köpek çeteleri dağıtılsaydı belki bu hayvanlar bu şehirden tamamıyla kalkardı... Şimdi yine sokaklarda hırr...dan geçilmiyor." (1911)

"Beygir hamalları yine insafı elden bırakıp beygirlere tahammüllerinden ağır şeyler yükletiyorlar ve şehrin ortasında zavallı hayvanları dövüyorlar." (1875)

"Fakirin ekmek teknesi diye at arabalarının şehrimizin en müstesna köşelerine girmelerine hâlâ göz yummak İstanbul'u hiç hak etmediği manzaralara mahkûm etmektir." (1956)

"Vapurdan veya herhangi bir vasıtadan ilk çıkmak merakının bizde ne kadar ilerlemiş olduğunu bilince, vapur daha Haydarpaşa'ya yanaşmadan atlayanları, ne kadar 'ilk çıkan eşek' diye de bağırsak durdurmaya imkân yoktur." (1910)

"Bazı gazetelerin tirajlarını artırmak için Tayyare Bileti'ne (piyango) okuyucularını katması çekiliş gününde gazete idarehanelerinin önünde yakışıksız kuyruklar ve kalabalıklar yapmaktadır." (1928)

"Haliç, Haliç olmaktan çıktı da fabrikalarla atölyelerin, mezbahanın pis bir havuzu haline geldi: Gemi leşleri, fabrika asitleri, atölye katranları ve lağımlarla Haliç'i mahvettik." (1968)

"Çarşı ve mahalle bekçilerinin geceleri nöbetle sokaklarda gezmek yerine kahvehanelerde pineklediklerine, pek çok mahallede bekçi sopası işitilmediğine dair şehir mektupçunuza şikâyetler geliyor." (1879)

"Fransızların meşhur yazarı Victor Hugo Paris'te ekseriya atlı otobüslerin üst katına biner, şehri bir baştan bir başa dolaşır, hemşehrilerinin hallerini seyredermiş. Dün biz de aynı şeyi yaptık ve İstanbullu hemşehrilerimizin pek çoğunun sokaklarda çok dikkatsiz ve birbirleriyle çarpışa çarpışa yürüdüğünü, ellerindeki biletleri, dondurma külahlarını, mısır koçanlarını yerlere attıklarını, yayaların yolda, arabaların kaldırımda ilerlediğini ve fıkaralıktan değil ama tembellik ve cehaletten bütün şehrin çok kötü kıyafetler giydiğini tespit ettik." (1952)

"Sokaklarda, meydanlarda aklımıza estiği, içimizden geldiği gibi değil, Batı'da olduğu gibi trafik kurallarına riayet ederek yürümek bizi bu sokak kargaşasından kurtaracak. Ama bu trafik kurallarını bu şehirde bilen kaç kişi var derseniz, o ayrı mesele..." (1949)

"Köprünün (Karaköy) iki tarafındaki büyük saatler, şehrin bütün umumi saatleri gibi, zenberekleri tesadüfe göre hareket ederek, nicelerine, henüz iskelede bağlı vapuru çoktan hareket etmiş, başkalarına da, çoktan hareket etmiş vapuru hâlâ bekliyor zannı vererek İstanbullulara ümitle işkence etmektedir." (1929)

"Yağmur mevsimi geldi, şemsiyeler maşallah açıldı, ama açık şemsiyenin kenarıyla birbirimizin gözünü oymadan, lunaparklardaki çarpışan arabalar gibi öteki şemsiyelilerle çarpışmadan ve şemsiye görüş açımızı kapadığı için t kaldırımlarda serseri mayın gibi onun bunun üzerine üzerine varmadan yürümesini biliyor muyuz acaba?" (1953)

"Seks filmlerinden, kalabalıktan, otobüslerin, arabaların egzozundan, ne yazık ki artık Beyoğlu'na çıkılamaz oldu." (1981)

"İstanbul'un bir yerinde bulaşıcı bir hastalık meydana çıktı mı, belediyelerimiz genellikle pis, murdar sokaklarımızın birkaçının ötesine berisine kireç serper; halbuki pislik öbek öbek ortalarda..." (1910)

"Cümleye malum olduğu üzere belediye köpeklerle merkepleri, polis de dilencilerle serserileri İstanbul'dan bütünüyle kaldıracaklardı. Ama bu olmadığı gibi bir de şimdi yalancı şahitler güruhu boy göstermiştir." (1914)

"Dün kar yağdı diye ne tramvaya önden binmek, ne büyüklere saygı... Zaten kimsenin bilmediği şehir adabının unutulduğunu esef ederek hep görüyoruz." (1927)

"Bu yaz artık her akşam, İstanbul'un her köşesinden deliler gibi atılan şenlik fişeklerinin maliyetini sorup öğrenince, keyif ve gösteriş için israf edilen bütün bu paranın on milyonluk şehrimizin fakir çocuklarının eğitimine harcanmasının, o düğünlerde eğlenen hemşehrilerimizi bile daha mutlu edeceğim düşündüm. Haksız mıyım?" (1997)

"Bütün zevk ve kalp sahibi frenk sanatkârlarının öğürürcesine iğrendiği 'tatlısu' binaları, bilhassa son devirde tıpkı güve güzel bir kumaşı yer gibi İstanbul manzarasını dişleye dişleye kemiriyor. Bu gidişle bütün İstanbul Yüksekkaldırım ve Beyoğlu gibi iğrenç bir bina kümesi olacak ve bunun sebebini yalnız yangınlar, artık fakir olmamız, güçsüzlük değil, biraz da yeniye olan merakımızda aramalı." (1922)


İstanbul - Hatıralar ve Şehir / Orhan Pamuk