.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

26 Ara 2013

Neden ben de sizin gibi olamıyorum?


Anahtarı kilide soktu.

 Birden kendi kapısını kapamadığı aklına geldi. Hırsız girse bile kitapları çalmazdı. Ötekiler umurunda değildi. Kapıyı itti. Yağlıboya kokan, bildik, ılık bir yel çarptı yüzüne. Kâğıtları aldı. Koyu karanlıkta ağır ağır belleğindeki masaya yürüdü. Eski yerindeydi. Elindekileri üstüne koydu. Işığı uyaracak düğmeyi bulmak için bir kibrit çaktı. Parmakları çöpü güç tutuyordu. Işık yanınca çevresine baktı. "Bir değişiklik var burda." Sedir, masa, sandalyeler; soba, radyo, duvarlarda asılı resimler, sehpa hep bildiği yerlerindeydiler. Yalnız sehpanın üstü örtülüydü. Gitti sobaya baktı: Dibinde köz var. "Buradaymış bugün." İçine iki kürek kömür attı. Perdeleri kapadı. Eskiden bu kara perdelere baktıkça karartma kalıntısı diye düşünürdü. "Değişen eşyanın dostluğu." Musluğun üstündeki cam raftan bir bardak aldı. İki şişeyi de açtı. Elma, portakal soydu. "Onsuz ilk defa görüyorum burayı. Ya o, sarı bıyıklı oğlanla mı?" Sedirin, masanın kaygısızlığı arasında tedirgin, bardağı doldurdu; içti. Şişenin biri bitince kalktı, pikabı işletti. Piyano özlediği ezgilere başladı. Sedire oturdu.
           
Artık dış dünyanın sesleri duyulmuyor. Her şey kendi içinde oluyor. Bir gün bu ışıklı kıyıda, pırıl pırıl kumların üstünde durmuş muydu? Ya bu tanıyamadığı, sokaklarında güleç yüzlü insanlar dolaşan şehir nerde? Sonra yine o pırıl pırıl kıyı... Arkasından biri, 'Ben de varım' diyor. Ah, o birisi...

Piyano birden sustu. Gözlerini açtı. Kapalı camlar ardındaki gerçek şehrin keskinliğini yitirmiş seslerini yeniden duydu. Gitti pikabın düğmesini çevirdi. Sonra orta yerde duran sehpanın üstünden örtüyü çekti aldı. Odaya girdi gireli üstü örtülü tuvalde göreceği şeyi merak ediyordu. Boşsa oturup o gelinceye dek bekleyecekti. Oysa önünde bitmemiş bir resim duruyordu. O buna çalışırken belki sarı bıyıklı oğlan sedirdeydi. Gırtlağına bir şey tıkanmış gibiydi. Uzandı şarap bardağını aldı. "Neye yarar bu?" içmeden bıraktı bardağı. Bir kâğıt parçasına "Yılbaşı kötü geçti. Payını bırakıyorum," diye yazdı. Masaya, şarap şişesinin yanına koydu. Duvardaki düğmeye doğru yürüdü. Tam çevirecekken döndü. Yazdığı kâğıdı alıp sobaya attı. "Alçak!" dedi kendi kendine; "Bıraktıkların yetmiyormuş gibi bir de kağıt karalıyorsun. Oysa bu işin bittiğini biliyorsun. Buraya bir kere gelmen gerekti. Ya yeniden başlayacaktı, ya bitecekti.

İşte geldin, bitti. Hep onu bulursun diye korkuyordun, değil mi? Kıskanıyor musun? Durmadan seni mi düşünecekti ha, kendini beğenmiş?" Şişede kalan şarabı lavaboya döktü. Masadaki kalıntıları kâğıtlara topladı. İzini silmeye çalışıyordu ama faydasızdı, onun bu odaya girdiği belliydi. Işığı söndürdü. Çıktı. Kapıyı kilitleyip dönünce birden üstüne keskin bir ışık düştü. Yüreği çarptı. "O mu?"

— Ne yapıyorsun orda?
Anladı. Işığın arkasını göremiyordu ama seste bir katılık vardı. İkinci kattaki yarı çıplak kadın haber vermiş olacaktı. Yoksa beklediği bu polis miydi? Anahtarı gösterdi.
— Kapıyı kilitledim, dedi. Atölyenin sahibi arkadaşımdır. Yılbaşını birlikte geçirelim diye gelmiştim. Bekledim; gelmedi. Gidiyordum.
— Kâğıtlarda ne var?
— Kalıntılar bunlar. Süprüntü. Çöp tenekesine atacaktım.
— Bırak yere de aç.
Kâğıtları önüne koydu, yırttı. Işık indi. Kar parlıyordu. İki boş şişe, ekmek, peynir, salam parçaları, yemiş kabukları, soyulmadık portakallar, elmalar... Işık kalktı.
— Pekâlâ. Gidebilirsin.
Seste bir yumuşama vardı. Kâğıtları toplamak için eğildi.
— Bırak onları. Kalsın.
— Kapının önünde...
— Bırak dedik ya. Sen git. Ben atarım onları.

Yürüdü. "Yoksa? Olur mu? Portakalları..." Merdivenleri ağır ağır indi. İkinci kattaki kapı kapalıydı.

Dışarda çiğnenmemiş kar, üstüne bastıkça gıcırdıyordu. Kitapçının köşesinden tenha caddeye dönerken içinde bir boşluk vardı. Saatine baktı: Ona geliyordu. "Nereye gideceğim? Keşke polis kuşkulanıp karakola götürseydi beni. Değişik bir gece olurdu. Belki onu da bulup getirirlerdi. Birlikte çıkardık. Sonra, sıkıntı. O bitti. Haset'te kitap arayacağım. Niye koşuyorsun? Davete geç mi kaldınız? Her zaman geç kalanlar bulunur. Hindi dolması daha bitmemiştir. Bu gece insanların hindi yemesi gerekir. Bulamayanlar üzülür. Yılbaşı hindisi... Ooooo! Eğlenmek de zorunludur bu gece. Sinemalar, tiyatrolar, barlar doludur. Evlerde toplantılar vardır. Küçük bir toplantı demişti avukat. Göz kırpmıştı.

'Neydi o yılbaşı gecesi donattığımız masa. Şu Mehmet bey ne şakacı adam. Kırdı geçirdi bizi. Ama karısı... Sorma kardeş.' Küçük kumarlarınız vardır. On kuruşluk tombalalar. Şimdi kim bilir kaç evde, kim bilir kaç kadının 'Aman ayol, bu ne kötü şans böyle,' sözüne karşılık kim bilir kaç erkek 'Üzülmeyin; kumarda kaybeden aşkta kazanır,' diyordur. Kim bilir kaç erkek de acele edip bu sözü ondan önce söyleyemediler diye onu kıskanıyordur. Biliyorum sizi. Küçük sürtünmelerle yetinirsiniz. Büyüklerinden korkarsınız. Akşamları elinizde paketlerle dönersiniz. Sizi bekleyenler vardır. Rahatsınız. Hem ne kolay rahatlıyorsunuz. İçinizde boşluklar yok. Neden ben de sizin gibi olamıyorum? Bir ben miyim düşünen? Bir ben miyim yalnız?" Yanından geçen kadına döndü:

— Merhaba, dedi.

Aylak Adam / Yusuf Atılgan

Konumlandırmalar


  1

   Ne kadar uzağa gidersem o kadar az şey alırım yanıma, dedi kadın. Öyle ki , bir daha ger dönmeyeceğimi  bilsem kendimi bile götürmem!


  2

   Düşün! Hemen beş altı metre ötende sonsuz mavisiyle deniz uzanıyor ve sen bunu asla göremiyorsun. İşte tutsaklık bu.

  3

  Şüphe öğreti midir?
  Bilmem , dedi çocuk. Bu konuda hiçbir şey okumadım.

  4

  İçimizden geldiği gibi davranıyoruz , diyor kadın.Bıkmıyoruz birbirimizden.Hem bıksan söylemez misin?
  Söylerim , diyor adam. Hatırlasana , bir gün yalnız kalmak istemiş ve ...
  Telefon açıp söylemiştin binlerce kilometre öteden!

  5

  İşte bulunduğumuz yer , dedi genç adam haritada bir noktayı göstererek Nereye gidersek gidelim adı konmuş bir noktada olacağız dedi sonra da. Aradığımız şey ise yok oluş duygusu aslında. Yine de , bu duyguinsanın kendini aldatmasından başka ne olabilir ki?
  Belki bir başkasını da diyor arkadaşı.Yola çııkmadan önce haritada ki tüm adların yerlerini değiştirmiştim!

  6

  Yalan söylemediğine emin olabilir miyim, dedi kadın.
  Hayır , dedi adam.Emin olma! Çünkü sorduğun dürüst bir soru değil.

  7

  Hiç aklımda yoktun.İyi oldu çat kapı geldiğin.Sevindim seni tanıdığıma.Uzun uzun konuştuk ,eski günlerden söz ettik bir ortaklığımız yokken bile. Hesaplaşmadık , öfkelenmedik , Görüştüğümüze sevindik.Sonra gittin.Sıra bende.Bir başka gece ben deneyeceğim bir başka kapıyı tıklatma şansımı. İhtimal , kapıyı açan sen olmayacaksın.Ama ne fark eder!

  8

   Seyir defterin hiç olmadı. Belleğine güvendin.Onun, seni yalancı çıkarmasına izin vermek istemediğin için pekiştirdin coğrafyanı.
 Kentin tüm yollarını biliyorsun.Bu dar yolların iki yanında yükselen terk edilmiş binaların belleğe kaydedilmiş birertarihi var.
  Kafanda kurduğun apayrı bir ülkenin uç beyleri bu yapılar.Günlük turlamaların , zaman geçtikçe taş varlıkların yoklamasına dönüşüyor.Kimsenin bilmediği fark etmediği bu görevi birazda gururla yapıyorsun.Günün birinde eski kentle ilgili olarak kaba bir yerleşim planı gerekirse , duraksamadan üstlenebilirsin bu çalışmayı.Çevrende gördüğün sahipsizliğe bir tepki olsun diye de yapmıyorsun bütün bunları.Tat aldığın bir uğralın sözcüklerle dile getirilmesindeki olanaksızlık engelleyebilir mi seni? İnsan yüzlerinde gördüğün kayıtsızlık , sahiplenme duygusu olabilir pekala.Sahiplendiğim şey zaman , diyebilirsin günün birinde.Yürürken kaldırdığım tozların tarihi bile kurcalıyor aklımı ve senin bakıp görmediğin burçlarda kiher sancak , ben üflediğim için kırpıyor.

         Seyir defterin yol alışlarınla yenileniyor.Her gün daha taze,  daha coşkulu oluyor bu yenilenme ve yalnızca senin düştüğün tarihler , yine yalnızca senin sökebileceğin kodlarla yerlerini alıyorlar.

  Son sayfan hiç olmayacak. Yol alışın hep sürecek çünkü.Kaldırdığın tozlarla paylaştığın bu doğru , bu güne kadar hiç yanıltmadı seni.Evet , yol almanın coğrafyası,  yorgunluğudur tarihin.

  9

   Tüm olan biteni anlatıyorsun bana. Hiçbiri inandırıcı değil.Ancak inanmalıyım,anlatan sensin çünkü.Görüp anlattıkların ide yaşadıklarım.

 10

  Gitme zamanı , Dedi adam. Kadının yanağına küçük bir öpücük kondurdu.
  Sürekli terk eden biri olarak hatırlayacağım seni, dedi kadın.
  En çok bu anları paylaştık çünkü.
  Ne güzel , dedi adam , kilometreleri çoktan geride bırakan varlığın güç duyulan sesiyle.
  Hala paylaşacak bir şeyimiz var seninle!

 11

   Nice eski sevgililerimi hatırladım da şimdi, dedi yaşlı adam kitaplığın hemen yanından.
  Devam et ,dedi karısı.
  Bakışlarının tazeliğiyle karşılaştığım an, nasıl da unuttuğum aklıma geliyor cümlesini!

 12

   Küçükken hiç başamadım bir uçurtmayı adam gibi uçurtmasını, diyorsun.
  Uçurtma adam gibi uçurulmaz, çocuk gibi uçurulur.diyorum.
  Her neyse , diyorsun. Uçuramadıktan sonra fark eder mi? her seferinde burun üstü yere!
  Çocukların koşturuşunu izliyoruz.İpler ve uçurtmalar birbirine dolanıyor. Yere çakılan şey umutlarımız aslında.Yukarıda kalmayı beceren ise çocukluğumuzun ta kendisi!

  13

  Cumartesi akşamı,gölde.Sal üstünü aydınlatan küçük meşaleleri hemen hatırlayacaksınız.Tıpku yılar öncesindeki gibi.Gelirken yanınızda bir ihtimal, unutulmuş eski bir dostu getirebilirsiniz. Unutsanız da ona burada rastlamanız mümkün. Çünkü bütün çağrılılardan istedik bunu , hem eski bir dostunuz da size haber vermeyi unutmuş olabilir!

  İçki ve mezemiz bol güyüm zorunluluğu yok.Sizi aramızda görmek bizleri gerçekten hüzünlendirecek. Bu şansı verin bize. Siz de yararlanın lütfen.  Kendimizden utanmanın tam sırasıdır diye düşünüyoruz.   Sizi tanımamız için bir şey yapın yine de. Yakanıza karanfil takıp komik olmayın.Eskisi gibi gülümsemeye ne derdiniz?
 Akşam sekizde. Biz ordayız. Bu kez olsun unutmayın.Lütfen!

 14

   - yokluğumda aradın mı beni?
   - Yanımdayken aradığımdan daha fazla değil.

 15

   İki kişilik bir sahne oyunu.
   Oyun süresince oyunculardan biri hiç görünmüyor.
  Diğeri zaten geciken bir karakter.
  Oyunu düşünmeyi yazıyorsun.
  Yazmayı düşünmüyorsun.

  16

   Sessizce doğruluyorsun uzandığın yerden. Çay hazır mı? diyorsun.
  Ben çayı çoktan demledim.Fındıklı keki dilimleyip masaya getirdim bile.
   Sen gideceğini söylüyorsun.Sen sürekli değişensin kısacık tarihimde.Hoşçakal deyişini yarım yamalak duydum.Kapıyı yavaşça aralayıp çıktın.Ben senin bu olağandışılığını seviyorum işte.Sen ise , senden asla vazgeçmeyen , huysuzluğundan pes etmeyen bana şaşırıyorsun.
  Gidişinde bu yüzden. Tahammül edemiyorsun bana.Aslında rollerin yanlış dağıtıldığına yemin edebilirsin.
  Pencere önündeyim.Rahat, huzurlu.Çayını karıştırıyorum.
  Her an kapı çalabilir.

  17

  Bir samanyolu seyri için neler gerekir. diye konuşuyor hemen arkadandaki masada oturan üç kişi. Koyu karanlık ,diyor biri
  Öyle ya , gökyüzü alemdir o sıra! Haklısın , diyor sözü alan.Kararında olmalı samanyolu , diye sürdürüyor.
  Süzülmeli bir uçurtmanın kuyruğu gibi , bakışının değdiği yerden ufkun tükendiği çizgiye doğru.
  O da yetmez , diyor üçüncüsü. Görmeyi istemek de önemli.Yoksa başının hemen üstünde akıl almaz oyunlar sunan göyüzü şelalesi
  sen görmek istemedikten sonra tüm evrene yakışır bir zeybek oyununa başlasa bile fark ettremez kendisini.
  Böyle bir konuşma geçmiyor arkanda ki masa da.Borsa üstüne kurulmuş ve kızışmış bir sohbet , kulağına çalınan.
   Hayır , derdin : bütün bunlara ek olarak o hasır iskemlelerden biri de gerekirdi seyri daha bir kusursuz kılmak için,hani üstüne çıkıp bakınca daha yakın ,
  daha net ve daha kim bilir neler neler görebileceğin umuduyla!
  Samanyolu durağı senin ineceğin bir durak. Bir başka aracın alıp götürmesine izin vermeyeceğin,bir de.

  18
 
    Herkesin her konuda söyleyecek bir sözü var , ne garip , dedi elini yüzünde gezdirerek.
    Kanımca bu oldukça can sıkıcı bir durum!

  19

  Neden burada durduk , dedi kadın.
  Bunu öğrenmek için, dedi adam.

  20

   Bir eskimo kadar sevgi dolusun, dedi fısıltıyla.
   Bu iyi bir şey mi yoksa kötü bir şey mi, dedi yanındaki.
   Bir kutup ayısı kadar temiz , dedi yine fısıltıyla.
   Tek söyleyebileceği bu.

   21

   Aramızda önemli bir fark var. O da senin sen , benim ben olduğum!
   Benzerlikleri say , diyorum.
   Gereği kadar unutkanız , diyor.Kimi zaman ,

                               kimin kim olduğunu hatırlamayacak kadar.



13 Ara 2013

Seni İlk Görüyordum


 
Seni ilk görüyordum. Deli otlar gibiydin. Gövdeni daha tanımıyordum. Öğrenilecek bir ders gibi olan gövdeni. Dünyamıza düşmüştün. Bir suyu çevirmiş, bir yarı düzeltmiş gelmiştin. İtmiştin bunluğu, ezinci. Kulluğu sürmüştün. Yakın, yabanıl bir aşk koymuştun. Kalmıştın. Bir taşlıktın yürünen, keçiyollarıydın bizim bu ıssız bu yalnız dünyamızda. Daha duvarlarını çıkmamıştın. Koymamıştın sınırlarını. Göğünü buruşturmamıştın. Buraların taşlı, kusursuz Girit evleri gibi beyazdın. Sendin. Seni ilk görüyordum. Pruvamıza vuruyordu deniz. Yüzün düşmüştü. Geçmişti çaylaklar. Yunuslar köpürtmüştü suları. Bir yalazdı gövden. En eski cumhuriyetlerdi. Açık kapıları. Böyle sürdü durdu beyazlığın gecemde. Çıktı isli sokaklara. Kapalı evleri açtı. Karıştı dünyanın kalabalığına. Tanyerinin tuttu elinden.

Yeni bir aşk adınaydı gövden.


9 Ara 2013

Gurur

Gündelik can sıkıntısının ve zorlamaların, zayıf ve bitkinlerin ışıltılı kötülüklerinin ardında, hayatın hayalkırıklığına uğramış gücünün simgesi duruyor; kim ki düzen getirmeye, iradeyle donanmış olduğu için uyumsuzluk ve tartışma yaratmaya kalkışır, o kişi tekrar tekrar idam sehpasına yollanmalıdır. Davranışlarının soyluluğunun ardında her şeyin gülünç olduğu kuruntusu gizlidir -yüce olmakla kalmaz, saçmadır da.

Bir zamanlar insan olmanın saptanabilecek en yüksek amaç olduğuna inanırdım; ama şimdi bunun beni mahvetmeye yönelik bir inanç olduğunu anlıyorum. Bugün insan olmadığımı, topluluk ve hükümetlere ait olmadığımı, siyasi görüşler ve ilkelerle hiç ilgilenmediğimi söylemekten gurur duyuyorum. İnsanlığın gıcırdayan çarkıyla bir işim yok -toprağa aitim! Bunu söylerken başım yastıkta ve şakaklarımdan boynuzlarımın çıktığını hissedebiliyorum.

Bütün çatlak atalarım dans ediyorlar yatağımın etrafında; beni avutmaya, yüreklendirmeye, yılan dilleriyle kamçılamaya çalışıyorlar; gülümseyip seyrediyorlar sinsi kafataslarıyla. İnsanlık dışıyım! Çılgın, sanrılı bir gülümsemeyle söylüyorum bunu, gökten timsah yağıncaya kadar da söylemeye devam edeceğim. Bütün o sırıtkan, yan yan bakan sinsi kafatasları var sözcüklerimin arkasında; kimi ölmüş, uzun zamandır sırıtıyor; her zaman olup bitenin önceden alınan tadı ve sonuçları. Hepsinden daha berrak kendi kafatasımı görüyorum, rüzgarda dans eden iskeleti, çürük dilden çıkan yılanları ve dışkıyla kirletilmiş şişkin esrime sayfalarını.

Ve kendi pisliğimi, kendi dışkımı, kendi deliliğimi, kendi esrimemi katıyorum tenin gizli yeraltı kasalarından akan büyük devreye. Bütün bu davetsiz, istenmeyen, sarhoş kusmuğu, dünyanın tarihini içeren o tükenmek bilmez kanala girenlerin zihninde sonsuza dek akacak. İnsan ırkıyla yan yana başka bir tür ırk varlığını sürdürür, insanlık dışı olanların ırkı; bilinmeyen dürtülerin teşvikiyle insanlığın cansız kitlelerini alıp aşıladıkları coşku ve mayayla o ıslak hamuru ekmeğe, ekmeği şaraba, şarabı da şarkıya dönüştüren sanatçıların ırkı. Ölü gübre ve değersiz cüruftan bulaşıcı bir şarkı üretirler. Her şeyi yağmalarken görüyorum bu öteki ırkın fertlerini; her şeyi başaşağı çeviriyorlar, ayakları hep kan ve gözyaşı içinde, elleri hep boş; hep ötede olana, ulaşılmaz olan Tanrı'ya doğru uzanıyorlar; bağırsaklarını kemiren canavarı susturmak için kılıçtan geçiriyorlar her şeyi. Kavrama çabasıyla, ulaşılmaza ulaşma çabasıyla saçlarını yolduklarında görüyorum bunu; çıldırmış canavarlar gibi böğürüp her şeyi parçaladıklarında görüyorum ki haklılar, yok başka izlenecek yol.

Bu ırka mensup biri ağzından zırvalıklarla yüksek bir yere çıkıp bağırsaklarını çıkarmalıdır. Doğrudur ve haklıdır; çünkü buna mecburdur! Bu ürkütücü görüntü kadar sarsıcı, korkunç, delice, heyecan verici ve bulaşıcı olmayan hiçbir şey sanat değildir. Taklittir. İnsanidir. Canlılara ve cansızlığa aittir.

Shakespeare bunu asla yapmazdı




bir erkeğin kadınını bulabilmesi için çok kadın denemesi gerekir ve bulduğunda kadın özgürse şanslıdır. bir erkeğin tanıdığı ilk ya da ikinci kadınla hayatını geçirmeye çalışması cehalettir; kadının ne olduğunu bile bilmiyordur henüz. bütün pisti koşmak gerek önce ve bu kadınlarla yatmak, onları bir iki kez düzmek anlamına gelmez; kadınlarla aylarca ve yıllarca ‘yaşamak’ anlamına gelir. bunu yapmaya korkan erkekleri suçlayamam -insanın ruhunu açması demektir, tehlikelidir. bazı erkekler birlikte oldukları kadınlara razı olurlar, vazgeçerler, yapabileceğimin en iyisi bu, derler. böyleleri çok, hatta evli insanların çoğu böyle yaşıyor; yürümediğinin farkındadırlar ama olsun, yürüyormuş gibi yapalım, tekrar baştan başlamanın alemi yok, bu akşam televizyonda ne var, hiçbir şey. seyredelim gene de -birbirimize bakmaktan iyidir. şu yürümeyen ‘şeyi’ hatırlamayalım yeter ki.
 
Birlikte yaşayıp bundan hoşnut olmayan milyonlarca insan düşünün, işlerinden nefret ederek, işlerini kaybetmekten korkarak. yüzlerinin göründükleri gibi görünmelerine şaşamamalı. ortalama bir fizyonomiye bir süre baktıktan sonra başka bir şeye bakma ihtiyacı duymamak mümkün değildir, neye olursa, bir portakala, bir kayaya, bir terebentin şişesine. hapishanelerde ve tımarhanelerde bile iyi bir yüze rastlayamazsınız ve son nefesinizi verirken üstünüze eğiken doktorun yüzünde bir gerizekalı maskesi vardır. ben kendi yüzümü sevmem, nefret ederim aynalardan; çok zaman önce yazılmış bir yola girmişiz ve doğru yola dönemiyoruz.
ne boktan iş değil mi, kendi bokumuz bizden iyi görünüyor..

hiç düşündün mü senin bana, benim sana nasıl da görünmez olduğumuzu?




Ey farklı kadın, hiç düşündün mü senin bana, benim sana nasıl da görünmez olduğumuzu? hiç düşündün mü ne kadar cahiliyiz birbirimizin? birbirimizi görmeden görüyoruz birbirimizi. birbirimizi duyuyor ve sadece kendi içimizdeki sese kulak veriyoruz. başkalarının kelimeleri kulaklarımızın hataları, aklımızın denizlerinde olan kazalardır. ne kadar da güveniriz başkalarının kelimelerine yakıştırdığımız anlama! başkalarının kelimelerle dile getirdiği hazlar bize ölümü tattırır. en ufacık bir derinlik katma kaygısı gütmeden, dudaklarından döküverdikleri kelimelerde ise hayat ve haz buluruz.

Ey her şeyi açıklayan, yorumladığın derelerin sesi, mırıltılarında nice anlamlar bulduğumuz ağaçların sesi- ah, gizli aşkım, hepsi, bu katıksız düşler, hücremizin parmaklıklarından akan kül ne kadar da biz hala!


Fernando Pessoa-Huzursuzluğun kitabı

4 Ara 2013

Gözleri Kapalı!



Onu yitirdim yitireli, aramızda bir taş duvar, ıslak bir set, deliksiz penceresiz, kurşun gibi bir taş duvar yükseldi yükseleli, hayatının ebeciiyen boş ve kayıp bir hayat olduğunu kavramıştım. Gerçi bakışlanındaki muhabbeti ve onu görmekten doğan derin hazzı karşılıksız bırakmış, ama bu onun beni görmeyişinden olmuştu. Bense onun gözlerine muhtaçtım, bir bakışı yeterdi; felsefenin bütün müşküllerini, teolojinin bütün muammalarını çözmeme yeterdi. Bir bakışı, diğer rumuz ve sırları
alırdı benden, açardı.

O günden sonra, içtiğim şarap ve afyon miktarını çoğalttım, ama ne yazık ki ümitsizliğe karşı bu devalar, ne zihnimi uyuşturdu, ne derdimi unutturdu bana. Gün gün, saat saat, dakika dakika onun düşüncesi, onun endamı, onun yüzü, öncekinden daha net caniandı gözümün önünde. Nasıl unutabilirdim? Gözlerim açık, kapalı; uykuda, uyanık, karşımdaydı o. Odaının duvarındaki pencereden, dış,arıya açılan o dört köşe delikten doğru, insanın zihnini, mantığını kaplayan gece gibi, gözümün önündeydi hep.

Rahat, huzur haram olmuştu bana. Nasıl rahat olabilirdim? Gün batarken her gün, sokağa çıkıp dolaşmayı adet edinmiştim. Bilmiyorum neden, dereyi serviyi gündüzsefalarını bulmak istiyor, bunda ısrar ediyordum. Afyon gibi alışmıştım bu gezintilere. Görünmez bir kuvvet beni buna zorluyordu sanki. Yol boyunca hep onu, ondan bende kalan ilk görüntüyü düşünüyor, onu Nevruz'un 13. günü gördüğüm yeri arıyordum. Orasını bulsaydım, o servinin altına oturabilseydim, hiç şüphesiz huzura kavuşturdum. Ah ne yazık ki çerçöpten, kızgın kumdan, ölü beygir kemiklerinden ve süprüntüleri koklayan bir köpekten başka, yoktu bir şey. - Acaba ben onu gerçekten görmüş müydüm? Asla! Bir delikten, odamdaki bedbaht bir pencereden şöyle gizlice, kaçamak görmüştüm. - Çöpleri koklayan aç bir köpeğe benziyordum. Etrafta dolaşan, süprüntüleri koklayan, uzaktan çöpler artıklar getirdiklerini görünce korkup kaçan, saklanan, sonra geri dönüp yeni döküntüler arasından beğendiklerini seçen bir köpek gibiydim. Fakat o pencere kapatılmıştı ve o, benim için bir demet taze çiçekti adeta, çöplüğe atılmıştı.

Son defa, her akşamki gibi dolaşmaya çıktığımda hava kapalıydı, yağmur yağıyordu, çevreyi yoğun bir sis kaplamıştı. Renklerin şiddetini, eşyalardaki kenar çizgilerinin şirretliğini hafifleten bu ıslak havada bir ferahlık, bir huzur hissettim. Yağmur, karanlık düşüncelerimi yıkarnıştı sanki. - Olmaması gereken şey o gece oldu. İradesiz yürüyordum. Fakat o yalnızlık saatlerinde, ne kadar sürdüğünü unuttuğum o dakikalarda onun o sakin yüzü, her zamankinden daha da ısrarlı, sanki sisler içinden çıkmış, gözlerimin önündeydi hep: Kalemdanlar üstündeki tasvirlere benzeyen o hareketsiz, donuk yüz.

Ben eve dönerken gece bir hayli ilerlemişti ve sis öyle yoğunlaşmıştı ki, ayaklarımı ancak görüyordum. Gene de alışkanlığım ve uyanık kalmış sezgilerimle evimin önünde geldiğimde, siyah giysili birisinin, bir kadın silüetinin kapı önündeki sette oturmakta olduğunu gördüm. Anahtar deliğini bulmak için bir kibrit yaktım. Fakat bilmem neden, gözüm karaltıdan yana çevrildi: zayıf soluk bir yüzde iri, gölgeli, çekik bir çift göz gördüm. Üzerime dikili bu karanlık gözleri tanıyordum ben, daha önce hiç görmemiş de olsam tanırdım. Hayır, yanılmamıştım, oydu. Bir rüya gören, rüya gördüğünü bilen, uyanmak isteyip de uyanamayan biri gibi afallamış, kalakaldım. Kibrit sonuna kadar yandı, parmaklarımı yaktı, birden kendime geldim. Anahtarı çevirdim kilitte, kapı açıldı, kenara çekildim. O, yolu biliyormuş gibi yerinden kalktı, karanlık sofayı geçti, odaının kapısı açtı. Peşinden yürüdüm, ben de girdim odaya. Yağ lambasını yaktığımda, onun karyolama uzanmış olduğunu gördüm. Yüzü gölgede kalıyordu. Bana bakıyor, sesimi işitiyor muydu, bakmıyor işitmiyor
muydu bilmiyorum. Ne korkmuş gibi bir hali vardı, ne de karşı koymaya bir meyli. Sanki kendisi farkında olmadan gelmişti . mıydı, yolunu mu kaybetmişti? Bir uyurgezer gibi, iradesiz gelmişti. O anda neler duyduğumu kimse tasarlayamaz.

Acıya benzer bir şeydi duyduğum, enfes ve anlatılamaz. Hayır, yanılmamıştım, aynı kadındı, aynı kızdı. Hiç şaşkınlık göstermeden, tek söz söylemeden odama gelmişti. İlk karşılaşmamız böyle olacak diye tasadamıştım hep. Sanki çok derin bir uykuya gömülmüştüm ve böyle bir rüya görebilmek için de gerçekten derin bir uykuya dalmış olmak gerekirdi ve o uykunun o sessizliği, benim için ebedi bir hayatın işareti gibiydi, çünkü ezelde ve ebediyette konuşma yoktur.

Benim gözümde bir kadındı o, insanüstü bir yaratık bir yandan da. Yüzü, belieğimdeki bütün öteki yüzleri siliyor, yok ediyordu; büyülemişti beni. Onu seyretmekten titremeye başladım, dizlerimin bağı çözüldü. Birden gözlerinde, onun o sonsuz iri gözlerinde, bir gözyaşı selinde siyah elmaslar gibi yüzen ıslak, ışıl ışıl gözlerinde hayatıının bütün ıstıraplı macerasının kayıp gittiğini gördüm. Gözlerinde, onun o siyah gözlerinde aradığım derin, ebedi geceyi buldum; o gecenin korkunç, büyülü karanlıklarına daldım. Derinlerdeki benliğimin güçlerini dışarıya çekiyor gibiydi bu karanlıklar. Ayaklarımın altında yer sarsılıyordu. Düşsem yıkılsam tarifsiz bir haz olurdu bu benim için. Durmuştu kalbim. Soluk almıyor, soluğurnun bir bulut ya da bir duman gibi uçup gitmesinden korkuyordum. Onun o mucizeli suskunluğu, aramıza kristal bir duvar dikmişti. Bu anda, bu saatte, bu ebediyette boğuluyordum. Yorgun gözleri yavaş yavaş kapanıyordu, bakmaya kimselerin dayanamayacağı doğaüstü bir şey görmüştü sanki. Bu gözler, ölümü görmüş gibiydiler. Kirpikler bitişiyor, kapanıyordu. Bense boğulmaktan kılpayı kurtulmuş birine benziyordum, can çekişmenin dehşetinden sonra gene su yüzüne çıkmıştım. Titremeye başladım, ateş basmıştı, ondan titriyordum.

Alnımdan boşanan teri ceketiminyenine sildim. Yüzü aynı sükuneti, aynı hareketsizliği sürdürüyor, fakat daha solgun, daha gevşemiş görünüyordu. Yatıyordu hala, sol elinin işaret parmağının tımağını emiyordu. İnce, siyah entarisinden bacaklarının, kollarının, göğsünün, bütün vücudunun çizgileri seçiliyordu. Gözleri kapalı olduğundan, onu daha iyi seyredebilmek için üzerine eğildim. Ama yüzünü inceledikçe benden büsbütün uzaklaşır gibiydi. Birden, kalbindeki sırlardan hiçbirini bilmediğimi, aramızda hiçbir bağ bulunmadığını hissettim. Konuşmak istedim, korktum: Hassas kulakları uzak, göksel, tatlı bir musikiye alışıktılar, sesimden nefret edebilirlerdi. Aklıma geldi, aç ya da susuz olabilirdi, ona bir şeyler getirmeye küçük odaya gittim. Gerçi evde hiçbir şey olmadığını biliyordum, ama içime doğdu sanki, duvarda rafta babamdan kalma, bir şişe eski şarap vardı. Tabureye çıktım, şişeyi indirdim. Parmak uçlarıma basa basa karyolaya yaklaştım. Bir çocuk gibi uyuyordu, derin uykulardaydı. Uzun kirpikleri ibrişimler gibi birbirine kavuşmuştu. Şişenin mantarını çıkardım, kilitli dişleri arasından yavaş yavaş, ağzına bir yudum şarap akıttım.

Ömrümde ilk kez, ansızın içimde bir ferahlık hissettim. Kapalı gözlerini seyrederken, beni kemiren çıban, demirden pençeleriyle etimi didikleyen ifrit sükunet bulmuştu. Sandalyemi getirdim, karyolanın yanına koydum, gözlerimi dikmiş, ona bakıyordum. Çocuksu bir yüz, garip bir ifade! Mümkün müydü bu kadının, bu kızın, bu azap meleğinin (ona ne ad vereceğiınİ bilmiyordum) bunca sükunetine, bunca tabiiliğine rağmen, öyle ikili bir hayatı olsun, mümkün müydü?

Şimdi vücudunun sıcaklığını hissedebiliyor, gür siyah saçlarının nemli kokusunu içine çekiyordum. Bilmem neden, titreyen elimi, artık söz geçiremediğim bu eli kaldırdım ve hep şakaklarına yapışık zülüflerini okşadım. Parmaklarımı gömdüm saçlarına. Soğuktu, nemliydi saçları, soğuk, çok soğuk Sanki günlerdir ölüydü bu kız, hiç şüphe yok, ölmüştü. Elimi yakasından koynuna soktum, memelerine kalbine koydum. Bir kıpırdı duyulmuyordu. Bir ayna aldım, ağzına tuttum. Yoktu en
ufak bir hayat belirtisi.

Onu kendi tenimin sıcaklığıyla ısıtmak istedim, ona kendi sıcaklığıını verip ölümün soğukluğunu ondan almak istedim. Ola ki ona kendi ruhumu üflerim diye soyundum, yanına uzandım. Adamotu kökleri gibi, dişi erkek, bitişiktik birbirimize. Zaten erkeğinden ayrı düşmüş dişi bir adamotunu andırıyordu vücudu ve tıpkı adamotu gibi, yakıcı bir aşkla yanıyordu. Ağzı bir salatalığın içi gibi buruk ve serinletici. Bütün teni buz gibiydi, damarlanındaki kan dondu, bu soğukluk ta kalbime işledi. Boşunaydı bütün çabalarım. Karyoladan indim, giyindim. Hayır, yalan değil, işte odama, yatağıma gelmiş, vücudunu bana teslim etmişti, tenini ve ruhunu, ikisini de bana vermişti. Canlıyken, gözleri hayatla doluyken gözlerini düşünmek bir işkence olmuştu bana. Ama şimdi hissiz, hareketsiz, soğuk ve gözleri kapalı gelmiş, kendini bana vermiş, teslim etmişti.

Gözleri kapalı!

Oydu bütün hayatımı zehiriere bulayan. Hayır, hayatım ta baştan zehiriere bulanınıştı benim. Ben başka türlüsünü değil, ancak zehirlenmiş bir hayatı yaşayabilirdim. Şimdi o, burada, benim odamda gövdesini ve gölgesini bana vermişti. Bu yeryüzünde yaşayanların dünyasıyla hiçbir bağlantısı olmayan uçucu, sırça, rakik ruhu, kıvrımlı elbisesinden ona işkence eden gövdesinden yavaşça çıkmış, başıboş gölgeler dünyasına gitmiş, sanki benim gölgemi de beraber götürmüştü. Ama gövdesi, hissiz hareketsiz, burada kalmıştı. Yumuşak kasları, sinirleri, damar ve kemikleri çürümeyi bekliyor, yer altındaki kurtlara, farelere lezzetli yiyecekler hazırlıyordu. Ve ben, mihnet ve meskenet dolu bu fakir odada, bir mezarı andıran bu odada, beni saran ve duvarların içine kadar nüfuz eden sonsuz gecenin karanlıklarında, uzun karanlık soğuk sonsuz bir gece geçirmek zorundaydım, bir ölünün yanında, onun ölüsüyle birlikte bir gece ve birden düşündüm ki, dünya dünya olalı, ben var oldum olalı, soğuk hissiz hareketsiz bir ölü, karanlık odada hep yanımdaydı benim.

Kör Baykuş / Sadık Hidayet

                      

Gece

 
1.

Gece yavas yavas geliyor. İniyor. Çukur yerlere dolmağa basladı bile. Oraları doldurup ovaya yayılmağa baslar baslamaz, her yer boza dönüsecek. Isıklar yanmayacak bir süre. Ne çukurda ne düzde. Tepelerin aydınlığı, bir süre, yeter gibi görünecek herkese. Sonra tepeler de karanlıkta kalacak. Dil bu karanlığın içinde yasayabilirmis gibi görünen tek sey olacak. Hiçbir ağırlığın, hiçbir gerçekliğin kalmadığı bu yerde. Karanlığın gerçekliğe benzer tek yanı, konusulabilmesi olacak. İki kisi arasında. İki duvar arasında. Sonra soyunmağa baslayacak insanlar. Gecenin açtığı yaralar biraz daha acısm diye. Genç kasların gerginliği geceye girecek. Pörsük kaslar bir pelteye dönüsecek gecenin içinde. Bir tek diller bilecek, tepelerde, toprakaltı saraylarında yanan ısıkları; yalnız dil söyleyecek bu ısıkta yıkanan tek hücreli hayvanları. Gece oluyor yavas yavas. Bağırsaklarımızın içinden yüreğimize gözlerimize doğru yükseliyor.

2.

Gecenin isçileri, gerçekte, ikindinin ilk saatlerinde görünmeğe baslamıstır sokaklarda. Tek tük de olsa. Onların isi, geceyi hazırlamak: Yer yer çukurlar açmak, örneğin; gecenin kolaylıkla birikip doldurabileceği çukurlar... Onlarm isi, geceye hazırlamak: Genç kasları, gece gelince daha kolay soyunsunlar diye, soyunmağa alıstırmak örneğin. Çıplak etlerinin içine doğru ince, soğuk demirler iteleyerek, kızgın saçmalar gömerek bu etlere, onları gecelerin en uzununa alıstırmak. Aksam saatlerinde gecenin isçilerini görmek çok kolaydır artık herkes için. Geceyi hazırlamakta, geceye hazırlamakta kullandıkları âletler ellerinde, sokaklarda dolasırlar; sayılan da gitgide artar. Demirden yapılmıstır bu âletler; güzel sepilenmis derilerden kesilmis, seçkin ağaç türlerinden yontulmus, esnek reçinelerden dökülmüstür. Dövmeğe, yırtmağa, delmeğe, kıstırmağa, burmağa, koparmağa yararlar. Yakmağa, kırmağa da. Özellikle genç gövdeler üzerinde çalısmak için düsünülüp tasarlanmıs, gerçeklestirilmistir bu âletler.

3.

Gecenin isçileri, gerçekte, ikindinin ilk saatlerinden beri görünmüstür ortalıkta. Çoğu insanın, dikkatini çekmemis de olsalar. Gecenin isçileri dörtköse ekmekleri seviyorlarmıs, öyle deniyor. Belki dörtköse ekmekleri sevenler yalnız onlar değildir bu koca sehirde. Ama fırıncılar, tütüncüler, bakkallar, kendilerinden dörtköse ekmek isteyenlerin hepsinin gecenin isçileri olduğunu düsünürler nedense. Ekmek satılan yerlerde yuvarlak, uzun, dikdörtgen biçimli ekmekler de bulunur elbet. İkindi üstü, önce okul çocukları evlerine dönmeğe baslarken ekmek satılan yerlerde alısveris hızlanır. Yuvarlak, dikdörtgen, uzun, sobe, dörtköse ekmekler gitgide artan sayıda satılır. Küçük, iri, kemikli, yumusak, kirli, temiz, nasırlı, sıvıskan eller, ekmekler tasır. Gecenin isçileri sokak aralarında gezer. Yuvarlak ekmeklerin, dikdörtgen ya da sobe ekmeklerin, uzun ekmeklerin hangi evlere girdiğini gözlerler. Bu isi yaparken, öyle, çok önemli bir is görüyormus gibi davranmazlarsa da, onlara dikkat edenler sunu da görürler arada bir: Bir tanesi gider, bir kapının herhangi bir yerine, pek de belli olmayacak biçimde bir im çizer. Gözlemi is edinenleri sasırtacak bir seydir bu. Kapısı imlenen evlerin hiçbirinde dörtköse ekmek yenmemektedir; yoksa su ya da bu biçim ekmek yendiğini belirten bir im değildir bu. Üstelik, kapılar biraz da rasgele imlenir gibidir. Hiç değilse görünüste.

4.

Tepelerden birinde —en yükseği, en gösterislisi değil, onun yanmdakinde— Düzeltmen yalnızlığını yasar. Sessizliğin içinde. Düzeltmenin yalnızlığı küçümsenir gibi değil; hele gece indikten sonra. Gecenin yere doğru aktığını görmüstür penceresinden: Önce çukurlara, özellikle, gecenin isçilerince kazılmıs çukurlara; sonra ovaya dolduğunu görmüstür. İzlemistir saniye saniye. Isığın azar azar söndüğünü görmüstür yeryüzünde; evlerin pencerelerinde daha yanmadığmı görmüstür. Gecenin gündüzü kemirmesini önlemenin olanaksızlığına i' nanmak istememistir. Gecenin isçilerine nasıl engel olunabileceğini, ısığın yeryüzünde sönmesinin nasıl önlenebileceğini çok düsünmüstür. Bir olanaksızlığa inanmak istemeyebilir kisi, ama onu kabul etmek gerekince de içi parçalanmadan yasamını sürdürebilir. Oysa Düzeltmenin yalnızlığı, yeryüzünde sönen her yüzeyle acılasıyor, daha, daha daha acılasıyorsa, çok düsünüp çözümünü bulamadığı bir sorun karsısında eli kolu bağlı kalmasından. Karanlığın içinde, simdilik, yasammı sürdürebilirmis gibi görünen tek sey, daha önce söyledik, dil... Dil, Düzeltmenin su yalnızlığını biliyor, söylüyor. Daha doğrusu, söyleyebiliyor; simdilik. Gece gelip dilin üzerini de örttü mü, artık baykuslardan baska bir sey uçusmayacak gecenin içinde, ya da, yarasalardan baska... Bunların sesinden baska bir sey, bunlarm hısıltısından baska bir ses isitilmez olacak. O zaman da Düzeltmenin yalnızlığı, bir kuyunun çeperleri gibi saracak onu.

Baykuslar, yarasalar, yarasılar, kus baylar.

2 Ara 2013

Hayatın Anlamı



Bilinçsizliğin gecesinden hayata uyandığında irade kendisini sonsuz ve sınırsız bir dünyada, hepsi mücade­le eden, hepsi acı çeken, biteviye yanılıp sükutu hayale sayısız fert arasında bir fert olarak bulur; ve sanki sıkıntılı, eziyet verici bir rüyaymış gibi derhal geri­sin geri eski bilinçsizliğe koşar. Yine de o zamana kadar arzusu sınırsız, taleplerinin sonu gelmezdir ve her tat­min edilmiş arzu bir yenisini doğurur. Bu dünyada im­kân dahilinde olan hiçbir tatmin onun şiddetli arzusunu dindirmeye, taleplerinin önüne nihai bir hedef koymaya ve yüreğinin dipsiz kuyusunu doldurmaya kifayet etmez. Bu çerçeve içerisinde şimdi düşünelim, hangisi olursa olsun bu tatminlerle genel olarak nedir insanın eline ge­çen? Çok kere her gün bitip tükenmez çaba ve sürekli tasa ile sefalet ve ihtiyaç ve kapıda bekleyen ölümle bo­ğuşarak zorla elde edilen bu hayatın safi sürdürülmesin­ den başka hiçbir şey. Bu hayatta her şey dünya mutlu­luğunun boşa çıkmaya yahut bir vehim olarak anlaşıl­maya yazgılı olduğunu ilan eder. Bunun sebepleri derin­lerde, bizzat eşyanın tabiatında yatar. Dolayısıyla birçok insanın hayatının kısa ve sıkıntılarla dolu olduğu görü­lür. nispeten mutlu olanlar da çoğu kez sadece görünüş­te mutludurlar, eğer değilse, uzun ömre sahip olanlar gi­bi, bunlar nadir istisnalardır; (kuş yakalamada kullanı­lan)* çığırtkan kuşlar gibi bunların mümküniyetinin de hesap dışı bırakılması icap ederdi. Hayat kendisini ge­rek büyük gerekse küçük meselelerde sürekli bir alda­nış (bir hile ve desise) olarak sunar. Eğer vaat ettiyse sö­zünde durmaz, ta ki arzu edilen şeyin ne kadar az arzu edilmeye değer olduğunu gösterinceye kadar; kâhumutla kâh umut beslenen şeyle aldanmamızın sebebi budur.

Eğer verdiyse mutlaka almak için vermiştir. Me­safenin genişlemesi bize, eğer bunların aldatmasına
kendimizi hazırlamışsak, görme kusurundan kaynakla­nan yanılsamalar gibi birdenbire kayboluveren cennet­leri gösterir. Dolayısıyla mutluluk her zaman gelecekte,değilse geçmiştedir ve içinde bulunulan an, rüzgârın gü­neşli bir vadinin üzerinde sürüklediği küçük kara bir bu­luta benzetilebilir; bulutun önünde ve arkasında her şey pırıl pırıldır, sadece kendisi her zaman bir gölge düşü­rür. Bundan dolayı içinde bulunulan an her zaman ye­tersizdir, ama gelecek belirsiz ve geçmiş geri döndürü­lemezdir. Saat başı, her gün, haftada, yılda bir meydana gelen küçük büyük talihsizlikleri, bütün hesaplamaları boşa çıkaran aldatıcı umutları ve kazaları ile hayat bizi tiksindirmesi gereken bir şeyin öylesine açık bir şekilde damgasını taşır ki insanın nasıl olup da bunun farkına varamadığını, hayatın şükranla tadının çıkarılması ge­rektiğine ve insanın mutlu olmak için var olduğuna ikna olabildiğini anlamak güçtür. Tam tersine hem hayatın genel tabiatı, hem de sürekli aldatma ve aldanış bizde o fikri uyandırmalıdır ki bunlar bir sebepten ötürü bu şe­ kilde tanzim edilmişlerdir ve ne olursa olsun var olan hiçbir şeyin çabamıza değmediğine, bütün uğraş ve di­dinmelerimizin beyhude, bütün iyi şeylerin boş ve gelip
geçici, dünyanın her bakımdan müflis, hayatın da asla maliyetlerini karşılamayan bir iş olduğuna kani olabil­meliyiz, dolayısıyla irademiz böyle bir hayattan yüz çevi­rebilir.


İradenin bütün emellerinin, (peşinde koşup durduğu her şeyin) beyhudeliğinin kendisini bireyde kökleşmiş olan akla bildirmesinin ve anlatmasının yolu öncelikle zamanûn. Zaman şeylerin beyhudeliğinin, sayesinde ge­lip geçicilik olarak göründüğü biçimdir, çünkü onun sa­yesinde bütün keyiflerimiz ve zevklerimiz boşa çıkar ve ardından hayretle sorarız onlardan arta kalan şimdi ne­
rede diye. Bu yüzden bu beyhudeiiğin kendisi zamanın yegâne nesnel unsurudur ve dolayısıyla onun dışavuru­mudur. Bu sebepten ötürü zaman bütün algılarımızın apriori zorunlu biçimidir; her şey, hatta kendi öz varlığı­mız bile zamanda kendisini göstermelidir. Dolayısıyla hayatımız öncelikle bize başka bir şeyle değil, ancak bakır bozukluklarla yapılmış bir ödemeye benzer; ki bizim bu ödemeye karşı bir alındı makbuzu vermemiz gerekir; bakır bozukluklar günler, alındı mak­buzu ölümdür. Çünkü sonunda zaman, içinde ortaya çı­kan bütün var olanların kıymetiyle ilgili doğanın yargısı­nı bildirir, çünkü o onları yok eder:


Çünkü boşluktan ortaya çıkan her şey
Layıktır yok edilmeye:
Hiç var olmamış olsaydı
Daha iyi olurdu öyleyse.

Dolayısıyla her hayatın kaçınılmaz olarak koştuğu ve ölüm bizzat tabiatın kendisinin ellerinden çıkan yaşama iradesi hakkında verilmiş bir mahkûmiyet kararıdır. Karar bu iradenin, kendi kendisini hüsrana uğ­ratması mukadder oian bir mücadele olduğunu bildirir. "İstediğin" der, "böyle sona erer: daha iyi bir şey iste."

Dolayısıyla herkese hayatıyla verilen ders genel olarak şu gerçeğe dayanır: Kişinin arzularının peşinde koşup durduğu şeyler sürekli olarak onu aldatır, yanlış yola yö­ neltir ve o sürçüp sendeler, sonunda düşer; neticede bunlar neşe ve coşkudan ziyade sefalet ve ıstırap geti­rirler, ta ki dayandıkları bütün temel çökünceye kadar, çünkü o zaman bizzat hayatı ortadan kaybolur, nitekim o zaman bütün mücadelesinin, bütün arzusunun bir sapma, bir yanlış yol olduğuna kesin kanaat getirir.

( giriş)

Tarih Kavramı Üzerine


I

Hep söylenegeldiğine göre, bir otomat varmış ve bu öyle yapılmış ki, bir satranç oyuncusunun her hamlesine, kendisine partiyi kesinlikle kazandıracak bir karşı hamleyle yanıt verirmiş. Geniş bir masanın üstündeki satranç tahtasının başında, sırtında geleneksel Türk giysileri bulunan, nargile içen bir kukla oturur­ muş. Aynalardan oluşan bir sistem aracılığıyla, ne yandan bakı­lırsa bakılsın, masa saydammış gibi görünürmüş. Gerçekte ise masanın altında, satranç ustası olan kambur bir cüce otururmuş ve kuklanın ellerini iplerle yönetirmiş. Bu mekanizmanın bir benzerini felsefe alanı için tasarımlayabilmek olasıdır. Bu bağ­ lamda sürekli kazanması öngörülen, “tarihsel maddecilik” diye
adlandırılan kukladır. Bu kukla, bilindiği üzere, günümüzde ar­ tık küçük ve çirkin olan, kendini göstermesine de izin verilme­ yen tanrıbilimi de hizmetine aldığı takdirde, herkesle rahatça başa çıkabilir.

II

“insan doğasının en ilginç özelliklerinden biri”, der Lotze,“

... bireyin bunca bencil oluşuna karşın, her şimdiki zamanın kendi gelecek zamanı karşısında kıskançlıktan bunca yoksullu­ ğudur.” Bu düşüncenin götürdüğü sonuç, içimizde oluşturduğu­muz mutluluk tasarımının tümüyle belli bir zaman parçasının, yani kendi varlığımızın akışının bizim için yalnızca bir kez ön­ görmüş olduğu zaman parçasının rengini taşıdığıdır, içimizde kıskançlık uyandırabilecek mutluluk, yalnızca soluduğumuz ha­vada vardır, konuşmuş olabileceğimiz insanlarla, bize kendileri­ni vermiş olabilecek kadınlarla söz konusudur. Başka deyişle, mutluluk tasarımı içersinde, kaçınılmaz olarak, bir tür ilahi kur­tuluşun titreşimleri de vardır. Tarihin konu edindiği, geçmişe ilişkin tasarım için de bu, böyledir. Geçmiş, kendisini kurtuluşa yönelten gizli bir dizini de beraberinde taşır. Zaten bizden ön­cekilerin içinde yaşadıkları havadan hafif bir esintiyi biz de du­yumsamaz mıyız? Kulak verdiğimiz sesler içersinde, artık sus­muş olanların yankısı da yok mudur? Kur yaptığımız kadınların hiçbir zaman tanıyamadıkları kız kardeşleri olmamış mıdır? Böyleyse eğer, o zaman geçmiş kuşaklarla bizimkisi arasında gizli bir anlaşma var demektir. O zaman demektir ki, bizler bu dün­ yada beklenmişiz. O zaman, bizden önceki her kuşağa olduğu gibi bize de zayıf bir Mesih gücü verilmiştir ve bu güç üzerin­ de geçmişin de hakkı vardır. Bu, bedeli ucuz ödenebilecek bir hak değildir. Tarihsel maddeci, bunu bilir.

III

Olayları, aralarında büyük ve küçük ayrımı gütmeksizin an­ latan vakanüvis, bir kez olmuş hiçbir şeyin tarih açısından yitip gitmiş sayılamayacağı gerçeği doğrultusunda davranmış olur. Doğal olarak, ancak bütünüyle kurtuluşa erebilmiş bir insanlık geçmişine de bütünüyle sahip olabilir. Anlatılmak istenen, şu­dur: Ancak kurtuluşa ermiş bir insanlık için geçmişi, her anıyla alıntılanabilir nitelik kazanmıştır. Yaşanmış anlarından her biri, gündemdeki bir alıntıya dönüşmüştür - mahşer gününün gün­ deminde olan bir alıntı.

 IV

Önce yiyeceğinizi ve giyeceğinizi ararsanız eğer, cennetin kapıları önünüzde kendiliğinden açıla­caktır.
HEGEL, 1807

Marx’ın öğretisi doğrultusunda eğitilmiş bir tarihçinin sü­ rekli göz önünde bulundurduğu sınıf kavgası, ilkel ve maddi şeyler uğruna, başka deyişle inceliğin ve tinselliğin onlarsız dü­ şünülemeyeceği şeyler uğruna yapılan kavgadır. Bununla birlik­ te inceliğin ve tinselliğin sınıf kavgası içersindeki varlıkları, za­feri kazanana düşecek bir ganimet tasarımından farklıdır. Sözü edilen kavga içersinde bunlar, geleceğe güven duygusu ve yü­reklilik olarak, mizah duygusu, kurnazlık, yılmakbilmezlik ola­rak canlıdırlar ve geride kalmış uzak zamanları da etkilerler. Bunlar, iktidar sahiplerinin her zaferini sürekli olarak yeniden sorgulayacaklardır. Tıpkı çiçeklerin başlarını güneşe çevirmele­ri gibi, geçmiş de, gizli bir güneşe yönelimin etkisiyle, tarihin göklerinde bugün yükselmekte olan güneşe dönmek çabasında­dır. Tarihsel maddeci, değişimlerin bu en göze çarpmayanını anlamak zorundadır.

V

Geçmişin gerçek yüzü hızla kayıp gider. Geçmiş, ancak gö­ze göründüğü o an, bir daha asla geri gelmemek üzere, bir an için parıldadığında, bir görüntü olarak yakalanabilir. “Gerçek bizden kaçmayacaktır.” - Gottfried Keller’e ait olan bu söz, ta­ rihselciliğin kendi tarih anlayışı içersinde tarihsel maddeciliğe yenik düştüğü noktayı tam olarak göstermektedir. Çünkü bura da, geçmişte kendisinin de düşünülmüş olduğunun bilincine varmayan her şimdiki zaman’la birlikte, bir daha geri getirilmesi olanaksız biçimde yitip gitme tehlikesiyle karşılaşan bir gö­rüntünün varlığı söz konusudur. Geçmişi tarihsel olarak dile getirmek, o geçmişi ‘'gerçekte na­sıl olduysa, öyle” bilmek değildir. Buna karşılık, bir tehlike anın­da parlayıverdiği konumuyla, bir anıyı ele geçirmek demektir. Tarihsel maddecilik için önemli olan, geçmişe ilişkin bir görüntüyü,tehlike anında tarihsel özneye ansızın gözüktüğü biçimiyle koru­maktır. Tehlike, hem geleneğin varlığına, hem de o geleneğin ses­
lendiklerine yöneliktir. İkisi için de aynı tehlike, yani kendini ege­men sınıfların bir aracı kılma tehlikesi vardır. Her çağda yapılmasıgereken, geleneği, onu alt etmek üzere olan konformizmin elin­
den bir kez daha kurtarmak için çaba harcamaktır. Çünkü Mesih, yalnız kurtarıcı olarak gelmez; şeytanı alt eden sıfatını da taşır. Geçmişteki umut kıvılcımını körükleyerek tutuşturma yeteneği,
yalnızca geçmişi özümsemiş tarihçide bulunabilir; düşman galip geldiğinde, ölüler bile kendilerini bu düşmandan kurtaramayacak­lardır. Ve bu düşman daha zafer kazanmayı sürdürmektedir.

VI

Acıların yankılandığı bu vadideki karanlığı ve büyük soğuğu düşün.
BRECHT, Üç Kuruşluk Opera

Fustel de Coulanges, geçmiş bir dönemi yeniden kafasında canlandırmak isteyen tarihçiye, tarihin o dönemden sonraki akı­şına ilişkin tüm bildiklerini düşüncelerinden uzaklaştırmasını öğütler. Tarihsel maddeciliğin ilişkilerini kestiği yöntemi bun­dan daha iyi belirleyebilmek, olanaksızdır. Bu, bir özdeşleyim yöntemidir. Bunun kaynağı, yüreğin üşengeçliğidir, acedia 'dır (umursamazlık); bu üşengeçlik, yalnızca bir an için parlayıveren gerçek tarihsel görüntünün üzerinde egemenlik kurulmasında duraklamaya yol açar. Ortaçağın tanrıbilimcileri, bu yürek üşen­ geçliğini hüznün gerçek kaynağı sayarlardı. Bu hüzünle tanışmış olan Flaubert, şöyle yazar: “Kartaca’yı yeniden canlandırabilmek için ne kadar hüzne katlanmak gerektiğini pek az kimse kestire­ bilir.” Tarihselciliği izleyen tarihçinin aslında kiminle özdeşleş­ tiği sorulduğu takdirde, bu hüznün doğası açıklık kazanır. Soru­nun yanıtı, kaçınılmaz olarak galip gelenle özdeşleşildiğidir. Gel­ gelelim belli bir dönemin iktidar sahipleri, daha önceki bütün galiplerin mirasçılarıdırlar. Bu durumda galip gelenle özdeşleş­
me, her zaman tüm iktidar sahiplerinin işine yaramaktadır. Bu söylenenler, tarihsel maddeci için yeterlidir. Bugüne değin zafer kazanmış kim varsa, bugün iktidarda olanları bugün yere serilmiş olanların üstünden geçiren zafer alayıyla birlikte yürümektedir. Savaş ganimeti de, âdet olduğu üzere, bu zafer alayıyla birlikte taşınmaktadır. Bu ganimet, kültür varlıkları diye adlandırılmak­tadır. Tarihsel maddeci, bunları arada bir uzaklık bırakarak izle­yen gözlemci kimliğindedir. Çünkü önünde kültür varlıkları di­ye gördüklerinin hepsi, insanın tüyleri ürpermeksizin düşüne­meyeceği bir  kaynaktangelmektedir. Bunlar varlıklarını, yalnız­ca onları yaratan dehalara değil, ama aynı zamanda o dehaların çağdaşlarının adı anılmayan angaryalarına borçludur. Kültür ala­nında hiçbir belge yoktur ki, aynı zamanda bir barbarlık belgesi niteliğini taşımasın. Böyle bir belge nasıl barbarlıktan arınmış değilse, belgenin kuşaktan kuşağa geçişini sağlayan gelenek sü­reci de barbarlıktan uzak sayılamaz. Bundan ötürü tarihsel maddeci, sözü edilen gelenekten olabildiğince uzaklaşır. “Tarihin tüylerini tersine fırçalamayı”, kendisi için görev sayar.

1 Ara 2013

Küçük çocukların küçük hikayeleri gibi…




Söylenememiş ya da yarım söylenmiş,

El verdiğimde tutar sanmıştım hayat… ama parmaklarım kırıldı. Hüzün çöktü ruhuma, derin ve koyu… Sözlerin kıyısına vurdum kendimi. Soğuk sessizliğini dinledim dalgalarının. Sanki bu hayat benim değildi, birinden emanet almıştım.

 ölüm ve o … tuhaf … iki kelimeyi yan yana getimek ağır geliyor. Vardı ve artık yok…birini kaybettiğinizde içinizdeki o garip sancı kuşkusuz anıların çaresiz çırpınışlarıdır. Anılar artık sahibini yitirmiş, eksik ve içi kan ağlar bir haldedir. Ardından pişmanlıklar ve keşkeler gelir…



Ruhum dinlendi.
Ve artık biliyorum.
Senin emanet ettiğin kırık cümleler değilim.
Ne gece gördüğün düşüm ne de kaybolan hüznün…
Uzaktan bakıyorum manzarana…
Görüyorum işte orada, tam yanında duruyorum.
Oysa karşıdan bakıyorum ikimize.



 

Zamanı yırtarak çıkıyordu sonsuz gölgelerinden,
Ruhu artık onu kabul etmiyordu.
Sevgiyi hırçın dalgalara bırakmıştı çoktan
Ve artık geçti ümit etmek için,
Yılan kendi zehrini içiyordu zevkle,
Son bulmuşların hikayesi çoktan okunmuştu…
Çok ağlayanlar, gülmeyi,
Çok sevenler, sevilmeyi unutmuşlardı.
Artık umursamamaktı intikamın en keskin yolu …

ps: 1:44:00 anlat Sezen dinliyoruz.